Bana hiç bilmediğim bir şeylerden
bahset. Hiç görmediğim yerlerden, hiç tanımadığım insanlardan. Bana kendinden
bahset, seni tanımadan önce yaptıklarından. Hiç yalan söylemeden, hiç
utanmadan.
Sıkılmadan…
Yapabilir misin?
Bilmiyorum.
Ben şimdi kocaman kentin gecesine
oturmuş, eskiden anlattıklarını anımsamaya çalışıyorum. Elimde mürekkebi uçmuş
bir kalem, rengi solmuş bir kâğıt ve masada bir paket sigara, çakmağım, limoni acılıkta
bir bardak kahve, bunları yazarken seni düşünüyorum. Hayatım gözlerimin önünden
geçiyor, gülümsüyorum batan güneşine sonbaharın, aklıma gülüşün düşüyor,
susuyorsun…
Öyle işte,
Böyle zamanlarda, yani bu denli
çok oturup düşündüğüm zamanlarda harekete geçmek istiyorum. Kaybolduğum
zamanlarda bulmak istediğimi, bulunmak istediğimi anlıyorum. Arayışın ne
durduğum yer ne de gittiğin yer olmadığını biliyorum. Ne kaybolduğum zamandır
arayış, ne kaybolduğun.
O bilinmezindir.
Başkalarına anlamsız gibi görünen
pek çok şey aslında evrende senin için en anlamlı şeydir. Onu kaybettiğinde
lime lime kopuş başlar. Sonra Dostoyevski karakterine dönüşüverirsin ve şöyle
monolog bir düşünce oynar zihninde; “beni anlamayacaksınız, çünkü katil benim”