Gözlerini
dikmiş, dikkatlice ayın yüzümü aydınlatan kısmını inceliyordu. Güzel bir geceden
beklenecek ne varsa gözlerinde vardı. Neşem, gecenin tül gibi zarif, ılık bir
rüzgarın çarpışıyla yüzüme dağılıyordu. “Geceyi sevdiğimi söyledim.”
Yıldızlardan ve bizden başka kimse görünmüyordu etrafta. Cırcır böceklerin ve
yanımızdaki gölden gelen kurbağa vıraklamarının dışında, konuşmama müdahale
eden hiç bir ses yoktu. Beni duymamış değildi.
Soluk
alış verişinin bile net anlaşılmadığı bir an, dikkatlice bakmaya devam etti. O
da seviyordu anlamıştım. Bildiğimi, bildiği için sustu ve “konuşmaya değil
sadece hissetmeye ihtiyacımız var” der gibiydi. Açıklama ihtiyacı hiç
hissetmiyordu. Haklıydı da. Konuşmak; bir yerde bozmaktır insanlığı, doğayı,
ırzına geçerek hem de. Konuşsa, bozulacaktı gece, bozulacaktı ay, bozulacaktı
göl, bozulacaktı çimenler, bozulacaktık biz, cırcır böceklerinin sesleri,
vıraklamalar ve evren ve dehşet verici yalnızlık…
Sakindi.
Her zaman olduğu gibi. Gülümsedi, inci dişleri karşımdaydı. Heyecanlandım,
gülüşüne gülüşümle karşılık verebildim mi tam olarak anımsayamıyorum? Onun
kadar güzel dişlerimin olmadığını fark ettim. O her şeyden farklı, herkesten
farklı görünüyordu.
Hayata
diş geçirmeye çalışırken bunu sakince yapmaya çalışan biriydi. Bana büyük
heyecanlarla öğrettiği ve benim ondan öğrendiklerimi, diğer insanlara da
öğreteceğimi düşünürdü, kutsal bir inançla. Hem de kendi anlatma ihtiyacı
duymadan. Haklıydı da farklı periyotlarda vücudumu yeniler, zaman algımı
değiştirir ve öğrendiğim ne varsa, beni daha anlamlı kılar. Beni anlamlı kılan
her şey, bir başkasını, bir başkası bir diğerini, bir diğeri, bir başka
diğerini… Bu anlamlar böylece büyüyüp uzunca bir zinciri oluşturur. Sonunda
istediği gibi, konuşmadan anlaşacaktı bir gün tüm dünya...
Tüm
dünya üzerinde yaşanan hepimizin bir nedenden dolayı birbirine bağlandığı derin
bir sessizlik, hayaliydi onunki.
Anlamıştım;
onun bana hediye ettiği adını şu an hatırlamadığım bir kitabın sayfalarını
konuşuyordu bakışları, “insan sesinin
çıkardığı gürültüyü başka hiçbir canlı çıkaramazdı, fısıldama olsa bile. Çünkü
insanın çıkardığı seslerin bir anlamı vardı ve zihinde kapladığı yer evrensel
bir boşlukta uzayıp gidiyordu. Şekil değiştiriyordu, ‘Acaba’ oluyordu, ‘ya da’
oluyordu, ‘Belki’ oluyordu, ‘Hassiktir’ oluyordu. Anlamını değiştiriyor,
değiştirdikçe zihne daha fazla basıyor, kokuyordu.”
Tüm
bu anlattıklarımı bilmem, konuşmadığımız o geceye dayanır.