27 Kasım 2016 Pazar

Şimdi saat 19.39
Bir uçak geçiyor.
Radyoda sazın sesi, derinden, dağlamakta, akşam güneşinin üstüne çöken sessizliği…
Hayal gücünü tedarik edebileceğin bir yanılgı payı ayırabilir misin? En büyük buluş “susmak” bazen işte.
Yinede şiir bir yerde bitmemeli, okumadıklarınla dolan her gün aşırı bir sessizlik ardında ifadelerin eksilmesi, yansıtmaları çoğaltacak. Geride adını kimsenin bilmeyeceği defterlerde yazılı şiirler kalacak.
Kime ve neden? Kim yazdı? Kaybolmuş tarihi kim koruyabilir ki…
İçerken bir kadını arama dediler bir gün, ellerindeki telefonları kapatırken yaşlı insanlar. Kuralmış, oturduğumuz meyhanenin masasında. “Kurallara uyup uymama lüksümü çoktan terk ettim” dedim, anlamadılar. “İlla sende kapatacaksın” diye tutturdular. Yoksa bir kadehten öteye gitmezmiş elleri ve bir kadehten öteye gidersen de dil çok söylermiş... Mümkün mü?
Şimdi saat 19.53
Ve senden bir haber, düşüncelerimin soğuk ikliminde ısınmaya çalışıyorum anılarımla ve gördüğüm, bildiğim, hayal ettiğim bir şeyi çevirip, değiştirip yeniden kurgulamak ve bunu yazıya dökmek; yazdıklarının okunmasını, anlaşılmasını, hatta değer verilmesini beklemek. “Hepimiz deli doğarız… Bazılarımız öyle kalır” demiş Samuel Beckett.
Beyin yaklaşık 1300 gramdır.
Kalp yaklaşık 300 gramdır.
Toplam 1600 gramla evrene kafa tutmak eğlenceli olsa da saçmadır.
Vakit erken ama daha 3-4 biram daha var dolapta. Sonra yazdıklarımı sana gönderip uyuyacağım. Gözlerimi kapatmak için mesajını bekleyeceğim. Sen gülümseyeceksin, bende sana güleceğim, hepsi bu. Gece inecek gündüze, ben kendime, kendimce… Şablon hiç değişmiyor. En mutlu anlarında içerken sonunda dinlediğin şarkı gibi...
Saat 20.02
Çalan şarkı: Hüsnü Arkan - Kırık Hava
Sonra sen geldin, öyle bir hayal. Düşüncelerimin en sıcak hali geldi. “Ankara’da bir kadın” dedim. Öyle, bilir, bilmez, bir haber, aklının estiği gibi yaşar gider. “Ya! Sen çocuk, sen” dedim. “Sen kimsin?” Öyle bir hayal işte… İki kişilik, tek kişinin bildiği, iki kişinin birbirinden bir haber hayatına devam ettiği...
Saat 20.18
Çalan şarkı: Fikret Kızılok – Gönül
Ve ben kelimelerden ibaret… İşte delirme, işte çıldırma işlemleri. Evreni oya gibi işlenmenin yalnızlığı ile ilişkili. Kaos, sicim teorisi, paralel evrenler; kendi tuhaflığımı algılamanın burukluğu, öfkemden oluşan büyük patlama teorisi.
Edebiyatçıların intiharı, evet!
Bazı sözcükler kendi anlamlarına aşina değildir
Bazı fiiller uzak akrabadır mesela kimi aşklarda
Çok özneli bir evde vücudun cümlesiz gizli özne
Ellerin bağlaçtır – durma tutun hemen başka sözcüğe
Bağlan ellerinle – gelecek ve imla tümden bozuk olsa da
Sana göre üç-beş sözcükten ibaret bir cümleyken
Belki birilerinin hiç unutmayacağı bir slogansındır
Birinin hafızasının diğerinin üzerindeki narkoz etkisi…
hiç bitmez.
Saat: 20.26
Çalan şarkı: Fikret Kızılok – Bu kalp seni unutur mu?
ve seni seviyorum…
Saat: 20.27
         20.2

2 Ekim 2016 Pazar

Fotoğraf



Herkes gitmişti. Her şeyin geçip gideceğine, yaşadıklarımın geçmişte kalabileceğine nasıl inanabilirdim ki? Bir ben kaldım, son kez etrafa baktım, salonun parkeleri üzerinde çıplak ayaklarımla son kez gezindim. Eşyaları düzenledim. Koltukların üzerini örttüm. Bulaşıkları yıkadım. Annemin en çok sevdiği şalını aldım çekmeceden, birde alt çekmecede bulduğum ahşap işlemeli kutuyu. Perdeleri çektim, son bir kez güneşin batışını izledim mutfağın perdesini çekerken, annemin babama kızıp sokağı saatlerce izlediği pencere pervazına dayanarak. Kapısını kapattığımda son kez duvarlarının, elimde annemden kalan işlemeli ahşap kutusu ve başından hiç eksik etmediği şalı (hani şu çiçekleri kar beyaz zemin üzerine işlenmiş, kırmızı çiçekleri olan işte) sıkıca sarılmış yürüyordum. Yoğun sıcak bir akşam ilerisi bir meyhane buldu beni. Ben meyhaneyi, adımlarım çoktan çevirmişti içeriyi. Yorulmuş bir rakı aldım, müzik de annemi aradım. Müzeyyen abla çalıyordu, sanki annem içerden mırıldanıyordu şarkının es bölümlerinde. Rakımı yudumlarken (annem çok kızardı içmeme) kaybetmenin acısı içimde, yitik yüzlü siyah beyaz fotoğrafların durduğu anılarına bakıyordum annemin. Herkesten gizlediği ahşap kutusunda onca anıyı nasıl düzenli biriktirmişti…

Dokuz yaşımda, ilkokul üçüncü sınıf üst tarafından kurdele ile tutturulmuş kısacık saçlarımın, kolalı yakamın (teneffüs boyunca çok fazla koşuşturmaktan terlediğimden dolayı) boynumu kestiğini hatırladım bir an arkalarda kalmış küçük vesikalık fotoğrafımı gördüğümde. 

Evimizin sokağına girerken köşedeki zemini küçük taşlarla kaplı parktaki demir salıncakları, güneşten çokça ısınmış kaydırakları. Salıncakta sallarken babam, bulutlara ayaklarımı değdirme çabamı. Geceleri tuvaletten odama doğru koşarken bir canavara yem olacağım diye heyecandan kalbimin küçücük göğsümden çıkacak gibi atmasını. Muz çoraplarımın ve siyah rugan ayakkabılarımın bendeki muhteşem etkisini... Kış geceleri sobaya daha yakın oturup babamın çizdiği kestaneleri annemin pişirirkenki neşesini. Babamla itinayla kapladığımız okul defterlerimi. Anne kokan beslenme çantamı. Her zaman yakışıklı olan komşu çocuğunu... Havalar ısınmaya başlayınca pazar günleri babamın götürdüğü lunaparktaki dönme dolabı, çarpışan otoları. Üç beş kuruşa aldığım şekerli sakızları, leblebi tozlarını, çubuklu şekerleri ve kardeşimle paylaştırılan elma şekerlerimi. Tatil heyecanı içinde elime bir an önce tutuşturulmasını istediğim karnemi alıp eve fırladığım günleri hatırlattı deklanşörün daha güzelliğimi ifade edemeden fotoğrafçı tarafından basıldığı kare.

Herkesin olduğu gibi benimde çirkin çıktığım okul fotoğrafım ve parmak uçlarımda mürekkebin anılarımla, bazen güldüren, bazen üzen, olan biteni kabullenmeme olanak tanıyacak kelimelerin kâğıda dökülmesiyle, dayanıklılığımı yitirmiş olacağım. İçimde bir şeyler isyan etme istediği doğacak, nasıl bir hayat yaşamışım geçmişte dedirten mevsimler gelip gidecek.   

18 Eylül 2016 Pazar

Sıkıcı Şeylerin Işığında

Yavaşça kapının kilidine anahtarını soktu, kendine doğru kapının kulpunu çekip anahtarı aynı anda sola çevirdi, kapıyı açtı ve içeri girdi. Çok yavaş hareketlerle botlarının bağlarını çözdü, bir süre hareketsiz kaldı, aralık duran kapıyı itti, montunu çıkartmamıştı henüz. Mutfağa yöneldi. Aç olduğunu hissetti. En son ne zaman bir şeyler yediğini hatırlamaya çalıştı, sabah yediği peynirin tadını ağzında hissetti, “yanılmıyorsam kahvaltı etmiştim” dedi.
Günlerdir yağan yağmura esir olmuş bir kentin karanlık ve soğuk bir akşamında, gittikçe uzayan, tıpkı yağmur gibi uzayan uykusuzluğun ardında, yorgundu “evde yiyecek hiç bir şey kalmamış” diye düşündü.
Tüm bu sıkıcı düşüncelerin ışığında, “çıkıp yiyecek bir şeyler alsam mı?” diye düşünürken “sıradan bir kürenin üzerinde uzanan tüm yolların büküldüğü, zaman içinde ve aynı şekilde tüm yolculukların da büküldüğünü, aslında gidebileceği en yakın mesafenin en uzak mesafe de olabileceğini” düşünmeye başladı.
Başını pencereye doğru kaldırdı. Hafiften perdeyi araladı, balkon kapısını açtı ve kareli masa örtüsünün üzerinde ki kırmızı sigara paketine uzandı, içinden bir sigara aldı, yaktı. “Çay var mıydı?” diye düşündü. Gülümsedi, bir düşünceye sahip olabilmenin güzelliği gülümsetmişti.
Sokağa baktı. Kaldırımda yağmurdan kaçışan insanları izlerken, kaldırımın üzerindeki çınar ağacı eski bir sevgiliyi anımsattı.
Çok zaman geçmiş olmalıydı. Şimdi şişmanlamış olabilirdi. Gözaltları sarkmış, bunu belli etmemek için daha koyu makyaj yapıyor olabilirdi. Eskiden diğerlerine göre oldukça zayıftı, yüzü, yüzü sabah uyandığında, geceden kalma bir rüyanın içindeki kadar belirsiz gelmişti.
Yerinden doğrulma isteği hissettiğinde balkondaki yeşil koltuğa ne zaman oturmuş olduğunun farkında bile değildi. Kül tablasına yerleştirdiği sigaranın sarı filtresi çoktan kararmış ve masanın üstüne düşmüştü. Hatırladığı bir iki derin fırt çektiğiydi, hepsi bu.
Yerinden kalktı, dışarı baktığında yağmur çoktan dinmişti. Buzdolabının kapağını açtığında içerisini saran sarı ışığın derin bir boşluğu aydınlattığını fark etti. Tanıdık gelmişti bu görüntü. Balkonun kapısını kapattı, botlarının bağcıklarını bağladı, tek sefer kapıyı kilitledi ve yiyecek bir şeyler almak için evden çıktı.

Yağmur aynı hızla devam ediyordu. 

31 Temmuz 2016 Pazar

Hafif Şehir Günlükleri 2

Endişeleniyorum Louis. Ben insanları anlayamıyorum ya sen? Louis sana söylüyorum? Ya sen? Ayrıca Louis. Ben, Louis kimseye güvenemiyorum. Deniyorum. Ne yani daha mı çok denemem gerektiğini düşünüyorsun. Fazlasıyla deniyorum zaten Louis. Fazlasıyla. Hep içimde kuşku kurşunları var, kuşku kuşları cıvıldaşıyorlar. Gürültülerinden çıldıracak gibi oluyorum neredeyse Louis. Deniyorum anlıyor musun?

Deniyorum Louis, bana denemediğimi bir daha söylememelisin bence. Söyler misin Louis, insanlar nasıl güvenebiliyor? Mesela sen bana nasıl güveniyorsun? Cevap versene Louis, peki susmaya devam et yine.

Neden sürekli konuşuyoruz ki zaten? Çoğu insan dinlemiyor. Neden herkes senin gibi değil Louis, sen beni dinliyorsun ve sinirlenmemi sağlayacak cevaplar versen de ara sıra beni yinede dinliyorsun hem de bazen hiç cevap vermeden geçen saatlerin hesabını tutamayacağım derecede çok dinliyorsun beni.

Farklı olduğunu düşünmüyorum, sen yapabiliyorsan Louis diğer insanlar da gayet güzel yapabilir. Bu senin farklı olduğunun anlamına gelmez, sakın bana bu tür cümleler kurmaya kalkışma. Birde beni sevdiğin içinde dinlediğini söyleme Louis. İkimizde çok iyi biliyoruz ki insanlar sevdiklerini de dinlemiyorlar, hatta içinde bulunduğumuz yüzyılda çok önemli şeyleri bile dinlemiyorlar. Akılları fikirleri ellerinde ki akıllı telefonlarına gelen fotoğrafları, konuşmaları, animasyonları ve komik olduğunu düşündükleri, benimse saçma bulduğum haberleri takip etmek amaçları. Dahası birde küçücük dünyalarının içine eğlence karıştırmak için -günlerce boşuna vakitlerini geçirdikleri- oyunlar yüklemek cihazlarına ve bir süre sonra sıkılıp başka bir oyun oynamaya başlayacaklarının bile farkında olmadan. Çok yazık Louis…
Yazık değil mi? Gerçekten böyle düşünmene neden olan şeyin ne olduğuna şaşırıyorum Louis. Yanıltıyorsun beni, seninde benim gibi düşündüğünü sanıyordum ve oldukça farklı bir dünyan varken birde anlıyorum ben onları gibi görünmende gerçekten üzüyor beni. Üzülmemeli miyim? Neden ama Louis…

Mesela ben onların dilinden konuşsam dinlerler mi beni? Dinlerler değil mi Louis? Çokça harfi çıkartılmış kelimelerden oluşan cümleler kursam ve onların anlayacağı komiklikte şeyler yazsam küçük akıllı teknoloji dünyalarının içinde paylaşsam bende. Saatler sonra binlerce beğeni toplasam onların söylemiyle. İyi de zaten o beğenileri oluşturan parmakların birçoğunu gözlerinin işlevi eksik olacak. Yani diyorum ki okuma eylemine girişmeden sadece dokunacak parmakları. Kişiliğime yapılan ya da ayıp olmasın diye yapılan bir beğeni olacak. Bu çok kötü Louis, açlığımı doyurmayacak çünkü onlar ne demek istediğimi anladıkları zaman gerçek olan dünyaya dönüp endişe duymaya başlayacaklar, korkacaklar, kimseye güvenmeden yaşayacaklar ve yolun bir yerinde yaralanacakları için yeniden o dünyalarına dönecekler?

Haklı olduğumu söylediğine şaşırdım Louis, gerçekten bir ara onlardan biri olduğunu düşünmeye başladım seninde ama yinede onları anlıyorsun demek. Bu söyleminden vazgeçmeyecek gibisin Louis. Öyle olsun Louis, bir yerde haklı olduğumu söylemen beni gerçekten sevindirdi. Sevinçliyim. Ben onları anlayabilir miyim Louis? Bilmiyorsun öylemi? Neden mi onlarla konuşmak yazdıklarımı okutmak istiyorum Louis. Bunca zaman bunu nasıl anlamazsın Louis. Gerçeği görmeleri için elbette. Gerçek ne mi? Ne! Az önce söylediklerimle büyük bir çelişkiye mi düştüm? Haklısın gerçekten perişan olacaklarını bildiğim halde bunu yapmak için insanları zorlamamalıyım. Haksızlık ediyorum, haklısın Louis ben en iyisi artık yazmayı bırakmayalım. Buna yapacağıma inanmıyorsun sende değil mi Louis? Elbette bırakmayacağım yazmayı. Beklemek, işte bekleyeceğim bende o gün geldiğinde yani kendileri bulduğunda birazcık insanlar, ben konuşacağım. O gün gerçek ben olacağım. İçimdekileri bir bir o zaman söyleyebileceğim. Yüzlerine vurmadan, söz veriyorum Louis. Louis söz veriyorum yüzlerine vurmadan.

Hafif Şehir Günlükleri 2

Endişeleniyorum Louis. Ben insanları anlayamıyorum ya sen? Louis sana söylüyorum? Ya sen? Ayrıca Louis. Ben, Louis kimseye güvenemiyorum. Deniyorum. Ne yani daha mı çok denemem gerektiğini düşünüyorsun. Fazlasıyla deniyorum zaten Louis. Fazlasıyla. Hep içimde kuşku kurşunları var, kuşku kuşları cıvıldaşıyorlar. Gürültülerinden çıldıracak gibi oluyorum neredeyse Louis. Deniyorum anlıyor musun?

Deniyorum Louis, bana denemediğimi bir daha söylememelisin bence. Söyler misin Louis, insanlar nasıl güvenebiliyor? Mesela sen bana nasıl güveniyorsun? Cevap versene Louis, peki susmaya devam et yine.

Neden sürekli konuşuyoruz ki zaten? Çoğu insan dinlemiyor. Neden herkes senin gibi değil Louis, sen beni dinliyorsun ve sinirlenmemi sağlayacak cevaplar versen de ara sıra beni yinede dinliyorsun hem de bazen hiç cevap vermeden geçen saatlerin hesabını tutamayacağım derecede çok dinliyorsun beni.

Farklı olduğunu düşünmüyorum, sen yapabiliyorsan Louis diğer insanlar da gayet güzel yapabilir. Bu senin farklı olduğunun anlamına gelmez, sakın bana bu tür cümleler kurmaya kalkışma. Birde beni sevdiğin içinde dinlediğini söyleme Louis. İkimizde çok iyi biliyoruz ki insanlar sevdiklerini de dinlemiyorlar, hatta içinde bulunduğumuz yüzyılda çok önemli şeyleri bile dinlemiyorlar. Akılları fikirleri ellerinde ki akıllı telefonlarına gelen fotoğrafları, konuşmaları, animasyonları ve komik olduğunu düşündükleri, benimse saçma bulduğum haberleri takip etmek amaçları. Dahası birde küçücük dünyalarının içine eğlence karıştırmak için -günlerce boşuna vakitlerini geçirdikleri- oyunlar yüklemek cihazlarına ve bir süre sonra sıkılıp başka bir oyun oynamaya başlayacaklarının bile farkında olmadan. Çok yazık Louis…
Yazık değil mi? Gerçekten böyle düşünmene neden olan şeyin ne olduğuna şaşırıyorum Louis. Yanıltıyorsun beni, seninde benim gibi düşündüğünü sanıyordum ve oldukça farklı bir dünyan varken birde anlıyorum ben onları gibi görünmende gerçekten üzüyor beni. Üzülmemeli miyim? Neden ama Louis…

Mesela ben onların dilinden konuşsam dinlerler mi beni? Dinlerler değil mi Louis? Çokça harfi çıkartılmış kelimelerden oluşan cümleler kursam ve onların anlayacağı komiklikte şeyler yazsam küçük akıllı teknoloji dünyalarının içinde paylaşsam bende. Saatler sonra binlerce beğeni toplasam onların söylemiyle. İyi de zaten o beğenileri oluşturan parmakların birçoğunu gözlerinin işlevi eksik olacak. Yani diyorum ki okuma eylemine girişmeden sadece dokunacak parmakları. Kişiliğime yapılan ya da ayıp olmasın diye yapılan bir beğeni olacak. Bu çok kötü Louis, açlığımı doyurmayacak çünkü onlar ne demek istediğimi anladıkları zaman gerçek olan dünyaya dönüp endişe duymaya başlayacaklar, korkacaklar, kimseye güvenmeden yaşayacaklar ve yolun bir yerinde yaralanacakları için yeniden o dünyalarına dönecekler?

Haklı olduğumu söylediğine şaşırdım Louis, gerçekten bir ara onlardan biri olduğunu düşünmeye başladım seninde ama yinede onları anlıyorsun demek. Bu söyleminden vazgeçmeyecek gibisin Louis. Öyle olsun Louis, bir yerde haklı olduğumu söylemen beni gerçekten sevindirdi. Sevinçliyim. Ben onları anlayabilir miyim Louis? Bilmiyorsun öylemi? Neden mi onlarla konuşmak yazdıklarımı okutmak istiyorum Louis. Bunca zaman bunu nasıl anlamazsın Louis. Gerçeği görmeleri için elbette. Gerçek ne mi? Ne! Az önce söylediklerimle büyük bir çelişkiye mi düştüm? Haklısın gerçekten perişan olacaklarını bildiğim halde bunu yapmak için insanları zorlamamalıyım. Haksızlık ediyorum, haklısın Louis ben en iyisi artık yazmayı bırakmayalım. Buna yapacağıma inanmıyorsun sende değil mi Louis? Elbette bırakmayacağım yazmayı. Beklemek, işte bekleyeceğim bende o gün geldiğinde yani kendileri bulduğunda birazcık insanlar, ben konuşacağım. O gün gerçek ben olacağım. İçimdekileri bir bir o zaman söyleyebileceğim. Yüzlerine vurmadan, söz veriyorum Louis. Louis söz veriyorum yüzlerine vurmadan.

30 Temmuz 2016 Cumartesi

Hafif Şehir Günlükleri 1

Beklemeyi öğrenmiş biri için, yalnızlığını sahiplenmek ve dışarıdaki kavgaya boğun eğmemek olasıdır. Kafka’nın söylediği gibi; insan bu dünyada otuz yıl yaşamışsa -bu sürenin günümüz dünyasında otuz yaşın altında düşünüyorum- ve bu süreçte çoğulluğunu yalnızlığıyla kalarak doldurduysa, fikirleri kişiliği ölçütünde gelişmiş ve bazı beklenmeyen olaylar karşısında bağışıklık kazanmıştır, bu yüzden kolay kolay sarsılmaz. Yalnız insanlar alışıktır beklenmeyen olaylara çünkü.  

Son zamanlarda mevsimin yaz olması da büyük bir etken, hava oldukça bunaltıcı. Sıkılıyorum yerimde oturup terleyen vücudumun ve basık bir havanın içinde nefes almanın bile zor geldiği yelkovanın sürünerek aktığı süreçte yapmak istediklerime engel olmasına. Çoğu zaman kahve içmek bile -çok sevdiğim halde- zor geliyor. Oysa dumanı üstünde tüten filtre kahvenin sade acılığı içinde boğazımda ilerlerken -uzmanların haber bültenlerinde sıcak içeceklerin 60 derecenin üzerinde içilmesinin olumsuz yanlarından söz ettiği haberlere aldırış etmeksizin- ve soğuğun bedenimi hafiften titretmesiyle beynimin bütün kıvrımlarının açılıp yazmaya olan başarısız girişimlerimi engellenmesi özledim.

Yinede güzel şeyler olmuyor değil; “geçmişe ait” havanın sıcaklığına aldırmadan kahvem yanımda yazı masamın başına geçip yazabiliyorum, oldukça iyi olduğunu düşündüğüm anlatılarımı. Kelimelerimin tetikleyicisi -sevdiğim müziklerin geri planda açık olması ve cumartesi günlerinin yazmaya en çok vakit ayırdığım zamanlar olması, kısacası mesele yazmak ise kendime göre bahaneler yaratmam çok kolay aslında- beni içimde huzura kavuşturan ve yüzümde gülümseme bırakan o cümleleri kurmuş olmamda yardımcı olan arı bir keyif veriyor;

“Geçmiş” idim “gelecek” oldum; ilk harfim,
Çocukken okumayı öğrendiğim bir dilde doğdun
Öyle zaman olur ki, ben burada: sen orada
Bunu nedenleri çoktur, sabretmeye bazı şeyleri;
Hayat öğretir, hayat bekletir, hayat uslandırır…

Hafif Metro Günlükleri 1

Beklemeyi öğrenmiş biri için, yalnızlığını sahiplenmek ve dışarıdaki kavgaya boğun eğmemek olasıdır. Kafka’nın söylediği gibi; insan bu dünyada otuz yıl yaşamışsa -bu sürenin günümüz dünyasında otuz yaşın altında düşünüyorum- ve bu süreçte çoğulluğunu yalnızlığıyla kalarak doldurduysa, fikirleri kişiliği ölçütünde gelişmiş ve bazı beklenmeyen olaylar karşısında bağışıklık kazanmıştır, bu yüzden kolay kolay sarsılmaz. Yalnız insanlar alışıktır beklenmeyen olaylara çünkü.  

Son zamanlarda mevsimin yaz olması da büyük bir etken, hava oldukça bunaltıcı. Sıkılıyorum yerimde oturup terleyen vücudumun ve basık bir havanın içinde nefes almanın bile zor geldiği yelkovanın sürünerek aktığı süreçte yapmak istediklerime engel olmasına. Çoğu zaman kahve içmek bile -çok sevdiğim halde- zor geliyor. Oysa dumanı üstünde tüten filtre kahvenin sade acılığı içinde boğazımda ilerlerken -uzmanların haber bültenlerinde sıcak içeceklerin 60 derecenin üzerinde içilmesinin olumsuz yanlarından söz ettiği haberlere aldırış etmeksizin- ve soğuğun bedenimi hafiften titretmesiyle beynimin bütün kıvrımlarının açılıp yazmaya olan başarısız girişimlerimi engellenmesi özledim.

Yinede güzel şeyler olmuyor değil; “geçmişe ait” havanın sıcaklığına aldırmadan kahvem yanımda yazı masamın başına geçip yazabiliyorum, oldukça iyi olduğunu düşündüğüm anlatılarımı. Kelimelerimin tetikleyicisi -sevdiğim müziklerin geri planda açık olması ve cumartesi günlerinin yazmaya en çok vakit ayırdığım zamanlar olması, kısacası mesele yazmak ise kendime göre bahaneler yaratmam çok kolay aslında- beni içimde huzura kavuşturan ve yüzümde gülümseme bırakan o cümleleri kurmuş olmamda yardımcı olan arı bir keyif veriyor;

“Geçmiş” idim “gelecek” oldum; ilk harfim,
Çocukken okumayı öğrendiğim bir dilde doğdun
Öyle zaman olur ki, ben burada: sen orada
Bunu nedenleri çoktur, sabretmeye bazı şeyleri;
Hayat öğretir, hayat bekletir, hayat uslandırır…

Hafif Metro Günlükleri I

Beklemeyi öğrenmiş biri için, yalnızlığını sahiplenmek ve dışarıdaki kavgaya boğun eğmemek olasıdır. Kafka’nın söylediği gibi; insan bu dünyada otuz yıl yaşamışsa -bu sürenin günümüz dünyasında otuz yaşın altında düşünüyorum- ve bu süreçte çoğulluğunu yalnızlığıyla kalarak doldurduysa, fikirleri kişiliği ölçütünde gelişmiş ve bazı beklenmeyen olaylar karşısında bağışıklık kazanmıştır, bu yüzden kolay kolay sarsılmaz. Yalnız insanlar alışıktır beklenmeyen olaylara çünkü.  

Son zamanlarda mevsimin yaz olması da büyük bir etken, hava oldukça bunaltıcı. Sıkılıyorum yerimde oturup terleyen vücudumun ve basık bir havanın içinde nefes almanın bile zor geldiği yelkovanın sürünerek aktığı süreçte yapmak istediklerime engel olmasına. Çoğu zaman kahve içmek bile -çok sevdiğim halde- zor geliyor. Oysa dumanı üstünde tüten filtre kahvenin sade acılığı içinde boğazımda ilerlerken -uzmanların haber bültenlerinde sıcak içeceklerin 60 derecenin üzerinde içilmesinin olumsuz yanlarından söz ettiği haberlere aldırış etmeksizin- ve soğuğun bedenimi hafiften titretmesiyle beynimin bütün kıvrımlarının açılıp yazmaya olan başarısız girişimlerimi engellenmesi özledim.

Yinede güzel şeyler olmuyor değil; “geçmişe ait” havanın sıcaklığına aldırmadan kahvem yanımda yazı masamın başına geçip yazabiliyorum, oldukça iyi olduğunu düşündüğüm anlatılarımı. Kelimelerimin tetikleyicisi -sevdiğim müziklerin geri planda açık olması ve cumartesi günlerinin yazmaya en çok vakit ayırdığım zamanlar olması, kısacası mesele yazmak ise kendime göre bahaneler yaratmam çok kolay aslında- beni içimde huzura kavuşturan ve yüzümde gülümseme bırakan o cümleleri kurmuş olmamda yardımcı olan arı bir keyif veriyor;

“Geçmiş” idim “gelecek” oldum; ilk harfim,
Çocukken okumayı öğrendiğim bir dilde doğdun
Öyle zaman olur ki, ben burada: sen orada
Bunu nedenleri çoktur, sabretmeye bazı şeyleri;
Hayat öğretir, hayat bekletir, hayat uslandırır…

Hafif Metro Günlükleri 1

Beklemeyi öğrenmiş biri için, yalnızlığını sahiplenmek ve dışarıdaki kavgaya boğun eğmemek olasıdır. Kafka’nın söylediği gibi; insan bu dünyada otuz yıl yaşamışsa -bu sürenin günümüz dünyasında otuz yaşın altında düşünüyorum- ve bu süreçte çoğulluğunu yalnızlığıyla kalarak doldurduysa, fikirleri kişiliği ölçütünde gelişmiş ve bazı beklenmeyen olaylar karşısında bağışıklık kazanmıştır, bu yüzden kolay kolay sarsılmaz. Yalnız insanlar alışıktır beklenmeyen olaylara çünkü.  

Son zamanlarda mevsimin yaz olması da büyük bir etken, hava oldukça bunaltıcı. Sıkılıyorum yerimde oturup terleyen vücudumun ve basık bir havanın içinde nefes almanın bile zor geldiği yelkovanın sürünerek aktığı süreçte yapmak istediklerime engel olmasına. Çoğu zaman kahve içmek bile -çok sevdiğim halde- zor geliyor. Oysa dumanı üstünde tüten filtre kahvenin sade acılığı içinde boğazımda ilerlerken -uzmanların haber bültenlerinde sıcak içeceklerin 60 derecenin üzerinde içilmesinin olumsuz yanlarından söz ettiği haberlere aldırış etmeksizin- ve soğuğun bedenimi hafiften titretmesiyle beynimin bütün kıvrımlarının açılıp yazmaya olan başarısız girişimlerimi engellenmesi özledim.

Yinede güzel şeyler olmuyor değil; “geçmişe ait” havanın sıcaklığına aldırmadan kahvem yanımda yazı masamın başına geçip yazabiliyorum, oldukça iyi olduğunu düşündüğüm anlatılarımı. Kelimelerimin tetikleyicisi -sevdiğim müziklerin geri planda açık olması ve cumartesi günlerinin yazmaya en çok vakit ayırdığım zamanlar olması, kısacası mesele yazmak ise kendime göre bahaneler yaratmam çok kolay aslında- beni içimde huzura kavuşturan ve yüzümde gülümseme bırakan o cümleleri kurmuş olmamda yardımcı olan arı bir keyif veriyor;

“Geçmiş” idim “gelecek” oldum; ilk harfim,
Çocukken okumayı öğrendiğim bir dilde doğdun
Öyle zaman olur ki, ben burada: sen orada
Bunu nedenleri çoktur, sabretmeye bazı şeyleri;
Hayat öğretir, hayat bekletir, hayat uslandırır…

24 Haziran 2016 Cuma

3 Şekilde

Uzun ışıksız soğuk bir an gözlerinde, gerçekten böyleydi. Saçların örgülü, omuz uçlarından sarkarken berindeki demir parmaklıların sıcaklığı, çam ağaçlarının kokusu siyah beyaz resim içinde olsa da hissedilebilir yeşilliği. Belki tüm güzellikler parmak uçlarında dizilmiş onları düşünüyordun. Bu dünya... Bir kirpi ile oturduğun yeri paylaşmak isterken, hayal ettiğin yolları ve evleri hiçbir zaman inşa edemeyeceğini düşünüyorsun. İnsanların pisliklerini örtmeye çalışan vücudundaki çatlakların sızıntısı görebiliyorsun, gülüşlerinin altındaki acizliği, sarılmalarındaki mide bulandırıcı samimiyetsizliği. Sonra içinde barınan küçücük hayalin hiç kaybolmasın diye şehrin bütün yağmurlarının üstüne yağmasını istiyorsun. Uyuyarak giderilmeyecek yorgunlukların var. Bunu çok iyi biliyorsun. İzahı yok bazı şeylerin… Düşüncelere dalmak tekrar tekrar, çocuksu kaşların çatık, bir şeyler ters gidiyor besbelli. Çekinme, eskiden nasıl soruyorsan her istediğini sor ona. Cevabını al. Usulca çekil. Acıların tam, yalnızlığın eksik kalsın ya da arkadaşlarınla şarkı söyle sesinin kötü veya iyi olduğunu düşünmeden, bilinçaltını bir amacı olmadan yolculuğa çıkart, geçen çizgileri sayarak yahut en çok sevdiğin vosvos arabalarının rengini, bir yerlere varmak üzere yola çıkmak, varmaktan daha önemli. Sonuç işler burada üç şekilde yürürdü; doğru şekilde, yanlış şekilde, senin istediğin şekilde…

21 Mayıs 2016 Cumartesi

eğer bir kadını sevdiysen

Eğer bir kadını sevdiysen, eğer bir kadını ölesiye sevdiysen, karanlığın içinde, bakışlarındaki aydınlığa takıldıysa gözlerin ve sarmaş dolaş, nefesi nefesinde dudaklarına değdiyse dudakların, kokusu içine sinerek uyuduysan, yani sevdiysen bir kadını gerçekten, adı düşüncelerinde saklı dolanıp duruyorsa her an, gittiğinde oluşan hissizliğin, anlamlarını yüklediğin kelimelerle anlatamazdın.
Eğer bir kadını sevdiysen, zamanın içinde seni sabırsızca beklettiyse, gülümsediysen söylediklerinin içinde, bazı kelimelerin kifayetini kaybettiğini yeni öğrenmişsen, burnunun ucu sızlıyorsa… Özlemek. Boğazına takılı kalan bir şeyler vardır, ne yutkunabiliyor, ne anlatabiliyorsundur. O orada öylece duruyordur, duru, asi, kalabalık, yorgun, bir o kadar yalnız ve göğsünden başlayıp her bir hücreni içine katarak derinleşen, kanayan o ince sızı ile beklerken sen. Hani bilirsin, kâğıt kesiğine eşdeğer olan o tüm iç organlarını ait olmadıkları yerlerdeymiş gibi ağrıtan ve hiç geçmeyecekmiş gibi gelen o his ile beklerken sen. Eğer bir kadını ölesiye sevdiysen.
Hiç konuşmuyorduk, susarak da anlaşamıyorduk. Sarılarak anlaşabilirdik belki ama o tüm ihtimalleri de alıp yanına, göç etmişti doğru bildiği yarınlara.
Şimdi aramızdaki mesafe dönülmeyecek kadar uzun, dolambaçlı, karmaşık, kalabalık, yorucu ve yakıcı. Eğreti duran sıfatlar içinde anlatılamayacak. Çünkü o hiç benim gözümden görmedi. Hiç uyurken izlemedi mesela beni. Nefes alıp verişim, hiç huzur vermedi ona ya da uyurken elleri ellerimde diye mutluluktan uyuyamadığım hiç olmadı. -İnsanlar uyurken severmiş, en çok birbirlerini- öyle derdi büyükbabam ve o bunu fark edecek kadar bile kalmamıştı aslında, doğru, gitmesi gerekiyordu, yanlış ben.
Umursamamalıydı, içimde birikenleri kirlenmiş gibi atmak içimden arsızca yeni bedenlerle sorumsuzca en kolayıydı. Ben beceremedim, bana göre değildi, sevmiştim. Bu yüzden içimde sanki hiç var olmamış, sanki öyle sarılmamış, öyle gülmemiş, öyle kızmamış, öyle sevmemiş, sanki hiç tanışmamış gibi yaptım. Bir yabancıydı, bir gün yolumuzun birbirimizin farkında olmadan kesişeceği. Ona kızgın değildim. Çokça özlüyordum. Biraz da kafamın içini kemiriyordu, ara ara artan baş ağrılarım hep bundan. Çünkü kafamın içinde sarılmak ona biraz zor oluyordu. Zoruma gitmiyordu, kırılıyordum, hüzünleniyordum, daha çok özlüyordum, çok uzaktayız deyip birbirimize, yanında huyunu, suyunu, kokusunu yeniden öğrenmeye çalıştığı bir adamla uyanacak olma ihtimali geliyordu aklıma, bir güzel sövüyorum gelmişine gittiğine, nefretten değil. Ama en çok gittiğine sövüyordum. Aslında iyi ki de gitti, çünkü kalsaydı,
onunla bir rakı masasında bu ülkeyi kurtarma ihtimalimizi bile sevebilirdim.

10 Nisan 2016 Pazar

Baharda Gelmişken

Sessizlik iç çekiyor içimizde
Sessizken o kadar çok cümle kuruluyor ki
beynimizde,
Acı çekiyoruz içinde.
Acı çektikçe uzayan elastik bir zaman.
Ah! Yıllar önceki gençliğimiz,
ODTÜ’nün kışı gibi soğuyoruz.
“ş” leri kayıp bir ülkeyiz,
Geçmiş zaman kipleri, kirpiklerimizde yok olan.
Şehirler yıkılıyor, camlar açılıyor, kapılar çarpılıyor,
Çayımız soğuyor, drama ayarlıyoruz saatlerimizi,
Geride inatçı bir boşluk bırakarak…
Hayır, sadece polenlere alerjim var, ağlamıyorum,
Suçlamıyorum baharı,
Nerede o papatyaları nazikçe koparan,
Her taraf bahar koksun diye.

3 Nisan 2016 Pazar

İki Derin Çizgi

Beni almaya geldiklerinde,

Altıncı caddenin otobüs durağında oturmuş,

Üzerimde biraz şiir,

Hangi şaire ait olduğunu hatırlamadığım,

Satır aralarında yavaşça dolanıyordum.

Ellerim titriyor, kibritim yok.

Buna rağmen yüzerken yağmur yağınca,

Bir fikrim var nasıl ciddiye alınacak.

Bana bir ateş verin, korkuyorum.

Önümde yine bir sessizlik...

Karanlık havanın kasvetinden değil,

İçimde beni neyin beklediğini bilmediğim,

Gözlerimin altında iki derin çizgi,

Kalkarken onlar acıyor, kalamadık ki.

30 Mart 2016 Çarşamba

Hangi Gece Ölmüştük Biz

Bir kaç kadeh daha zaman geçirdiğimiz masalar.

İşte yine gün ağarıyor; sırtımızda derin bir sancı.

Neye üzüleceğimizi bilmiyoruz artık; aynı samimiyetsizlik,

Kendi gölgemizde oynadığımız küçük oyunlarda,

Son bulacak, son kez umutlandırıp kanatlarımızı.

Uzağımıza atılan, kırıntılarla doyuracağız karnımızı.

Bize ait olmayan yataklarda, gri düşler kuracağız.

Batıdan renkli kuşlar gelecek ve biz o gün öleceğiz

18 Mart 2016 Cuma

Şehir mi örtüsü üstünden alınmış.
Titriyor, korkak bir sessizlik...

2 Ocak 2016 Cumartesi

Kalabalık bir kentte kaderine terk edilmiş, bakımsız, üç beş camı kırılmış, bahçesini ayrık otları sarmış, susuzluktan ağaçları kurumuş ve varlığı anlamsız boş bir ev gibiyim; toplum içinde, yalnız bir bireyi ağırlayacak kadar çaresiz, perişan. Günler geçtikçe, soğuk iklimi ve kavurucu sıcak üstüne düştükçe, dökülmüş duvarları, boyasının renginin atması ve çatısının çürümesi gibi, ruhum da çürüdükçe, döküldükçe, çöküyor bedenimde içe doğru. Soluduğum hava, her geçen gün bayatlayan ucuz bir tütünün kokusu gibi, içime çektikçe tatsızlaşıyorum. Ve ruhum, susuz kalmış bir toprak gibi, duygusuzluktan çatlıyor.

Sonbahar Üçlemesi

Sarı kirpik uçlarını sevdiğim, sonbahar sevgilisi
Bebek saçlı, bebek kokulu, bebek yüzlü
Keşke hep eylül ve ekim güzelliğinde kalsaydık
Bir damla sakızı aromalı kahve eşliğinde
Ankara’da çokça açılan kahvecilerde otursaydık
Kırk yıl hatırının olduğunu bile bile
Yorucu yalnızlığımın anlatımları üstüne,
-Özlemek- kelimesi oldukça yerinde
Dolu dolu günlerden sonra gitmek
Müthiş kronik üzüntü hastalığı,
Nane-limon, gözyaşı sonrası,
Sabahlanan günler, kül tablasına dolan izmarit
Rakı, peynir, sanat müziği üçlemesi
“Keşke bitmeseydi” diyesim geliyor
Sevilmediğimi hissettiğimde,
Yaşadığım his, her şeyi yıkıp geçiyor…  

Kafkaesque

Dün gece masumiyeti gerçeklikten silinmiş. Flu, ağır aksak rutin fizik kurallarını reddediyordu bünyem. “ İyi değilim ” diyordum sürekli, ...