25 Nisan 2014 Cuma

Uçak!

Uçak, çoktan kalkmıştı...

Giden gitmişti çoktan. Bir umuttu benimki...

Uçak, çoktan kalkmıştı...

Acemi bekleyişlerin içinde çürürken yüreğim. Daha seni anlattığım kitabımı bitirmemişken, sonunu hiç tahmin edemediğim bir uçuruma gelmiştim...

Uçak, çoktan kalkmıştı...

Onun adına sevindiğim halde, hüznüm kipriklerimi ıslatmaktan kaçınmamıştı. İnanmayacaksınız ama hırçın bir denizken sevmiştim onu. Dalgalarımın en şiddetli olduğu rüzgarlı bir gecede, düşmüştü içime yüreği. Sırılsıklam olmuştu birden. Üşüyordu. Sabahı bekleyememiştim bile, kurutmak için güneşte. Durgunlaştığım ilk anda çıkartıp, beni yoran rüzgara arkamı dönmüş, üflüyordum titreyerek yüreğini kuruması için...

Uçak, çoktan kalkmıştı...

Geride bıraktığım her şeyi alıp uzaklaşmıştı. Konuşamamıştım gözlerinin içine bakarak. Uzaktan, güneşimi engelleyen bulutların arasından hayalini kurarak vedalaşmıştım. İlk kez değil. İlk kez olmadı. İlk gidişinin üstüne daha niceleri yerini almıştı ve yine başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Elveda diyemeden bir kez bile...

Uçak, çoktan kalmıştı.

20 Nisan 2014 Pazar

Gönül Şarkıları

Olmazdı zaten. Olmadı da... Başlangıçta her şey güzeldi. Aslında güzel geldiğini sanıyor insan. Bir anlık heyecan bu sadece. Bir damla gözyaşının seferber olmasından sonra, çok sonra gider gelmemek üzere tenine. Yani geçer zamanla. Geçer mi? Gönül yarasından bahsediyorum. Hani şu ah çekip, andığımız o güzel anlardan. Bir gençlik masasında iki kişi arasında geçen anlardan. Ey felek; sen ne kadar asi bir yarasın ki... Tadını aşk filmlerinin dokunaklı sahnelerinde resmedersin hep. Olur da sende seversen bir gün, doldur gönül tasını bir gençlik nasıl geçer gör halini, benim gibi. Bak ben inceden bir çay demledim, dumanı üstünde tüten. Yaprak yaprak dağılmış suyun içinde inceden. Şekeri bırakalı çok oldu, demli içerim bardağın en ince yerinden. Dünden kalma yağmurun izi penceremde. Rahmet işte! Şükür, epey yağdı gürleye gürleye... Penceremde ki sokak lambasının ışıltısı, buğulu bu yüzden. Dedim ya olmazdı zaten. Ayaklarımı diretircesine sabaha uyanmamaya başladığım günden beri, ona olan aşkımı anlatıyorum kendime, içimden tekrar ettiğim şairlerin şiirlerinde. Ara sıra rakıyı çok kaçırdığım gecelerde, o'na hatırlatıyorum sevgimi. Hem ayıkken, hemde sarhoşken oturtuyorum karşıma; gönül masasında kahverengi, hafif gıcırtı yapsa da bir tek ona ait olan sandalyeye. Şöyle bir bakıyorum gözlerine. Sevmek, ne biçim acıdır öyle. Feryat edersin, gönül taşır, bir kağıt kesiği gibi. Şarkılar radyoda değil, dilde bukle bukle söylenir. Hani demiş ya ozan 'ah bu şarkıların gözü kör olsun.' Olmasın be felek kardeş. Şarkılar olmazsa bu gönül yarasıyla, nasıl sabreder gönül? Ah bu gönül şarkıları, benim uzun hikayemi söyler? Söyler ya; hep söyler durur...

12 Nisan 2014 Cumartesi

Oda ve Şeylerin Kederi

Işıklar kapalıydı odanın karanlık görüntüsünü perdenin desenleri arasından sızan, sokak lambasının ışığı bozuyordu... Saat yaklaşık gece yarısıydı ve hala ışığımı açmamıştım. Susadım, içmek istediğim aptal bir kimyasal bilgiye dayalı sanayinin işlediği arpanın, basit bileşenlerle mucizevi kaynaşmasından oluşmuş koyu bir sıvıydı. Yani su değildi içmek için uzandığım. Dün içtiğim bira şişelerini atmasaydım bu susamışlıkla, diplerinde kalan kısımları bile yalayabilirdim.

Her an, her şey insana çok boş görünebilir. Yapman gereken ne varsa yapmak zorunda olduğun halde yapmadan oturursun. Herkese göre değişir bu düşünce, belki de kimilerine tamamen aptalca gelebilir. Hiçbir şeyden tat almadığınız bir dönemde, canınızın hala çektiği bir şey vardır yinede, aptalca bir anda aptalca bir şeyi aptal bir insan ile yapmak gibi. Pencere kenarına geçmiş, karşımda görünen parkta banka oturmuş insanları ve yoldan geçenleri izliyorduk. Gecenin bu saatine rağmen epey kalabalıktı şehir.

"İşte!" dedim.

"Şu yürüyen müzelere dön de bir bak."

İnsanlar çoğu zaman müze gibi gelirdi bana. Böyle bir çağda, ilkel düşüncelerini sergilenmek için sokakta yürüyorlar ya da oturuyorlardı. Tıpkı camekanlı dolapların içinde duran antikalar gibi gelirdi bana hep. Tam olarak kaç dakika önce susadım hatırlamıyorum, içkimin bittiği ve paramın kalmadığı herhangi bir zamandı...

"Tüm düşündükleri birini düzmek" dedi.

"Ama hayatlarındaki asıl trajedi birini düzememek" dedim.

Bir sigara çıkardı ve yaktı. Derin bir nefes çekip filtresini ıslattığı sigarayı, içmem için bana uzattı. Kendisi için de bir diğerini yavaşça paketten çıkarttım yaktı. Gecenin ilkel müzeleri sokakta yürürken, taze beyinleri ve sıkı kalçaları olan bayan okul öğrencileri de parkta oturuyordu ve her birinin göz bebeklerini kendi yansımalarımız olmuştu.

Hissedebiliyordum ve anlıyordum ki; bizde bu ilkel müzelere ters düşen ne varsa, onlara çekici geliyordu...

11 Nisan 2014 Cuma

Berduş

Adı içimizde saklı bir 're' notasıydı ağlamak.
Yirmi lira olmalıydı bir gece konaklamak.
Pansiyonda bırakılmış kirli çarşaflar,
Ondan olsa gerek;
Hastalıktan kurtulamayışım.
Grip olmuşum, burun akıntımdan muzdarip,
Öksürük gam ve keder,
Acıya vuran gözyaşı.
İnatla içilen kaçak amerikan sigarası,
Batı ezgileri çalınan fm kanalı.
Saat 00.00 olsa gerek...
Yalnızlığımın klostrofobisi var.
Adını hatırlamakta zorlandığım şarkı,
Bu beden nasıl bir berduşsa, dünden kalan,
Hala ayılamadı.

Suç Unsuru

Suç unsuru değildi yağmurda
başını gökyüzüne kaldırıp, ıslanmak.
Romantizmim tuttu,
ağır ağır yürürken ıslanarak.
Belli ki kırılmış sözcükler,
Tamir etmek için atılan mesajlarda...
Seni tanıyamamak,
Bir başkasının tanıdığını görüp,
Kıskanarak...
Dudaklarının başkasına soyunduğuna,
şahit olmak...
Soran olursa,
şarkı söyleyerek yürüyorum derim,
hayali mızıkamı çalarak...

Son zamanlarda eve geç gelmemi,
Sarhoşluğuma bağlıyorum.
Sahi, en son ne zaman içememiştim,
Sana kadeh kaldırarak...
Akordu bozuk bir masada çalınan,
keman sesinde,
şiir yazmak,
ya da hiç tanımadığın şairlerin
şiirlerini okumak...
Sevginin anlamını,
Türk dil kurumuna inat,
Bir kaç sevgi cümlesi kurarak,
Yalanlamak.
Bakma saçmaladığıma,
Sigaran bittiyse, kalkalım.
Gazete kağıdına sarılmış

Bira yudumlayalım...

6 Nisan 2014 Pazar

Hece

İnsan memnu olan şeye düşkündür.
Aşkın kelimesiz kaldığın her an,
Artar düşkünlüğü o an...
Karanlık umutsuzca yutar benliğini.
Oysa umutla ışığa doğru yürümeli.
Bir kez daha ışık karanlığa dönüştü,
Seste sessizliğe,
Mavi griye,
İnsan memnu olan şeye düşkündür.
Sensiz geçen yıllar boyunca,
Yürüdüm karanlık ve yalnızlığa,
Yürüdüm sessiz,
Mavi griye çalıncaya...
Başka biri için yaşamak mı?
İmkansız!
Bana bunu öğreten kadın.
Benim alfabem seninle başlıyor,
Seninle bitiyor.
On harf, iki kelime;
S-e-n-i S-e-v-i-y-o-r-u-m
Diyebilirim sadece.

5 Nisan 2014 Cumartesi

Alışıyor İnsan

Bir avuç duâ ellerinin arasında 
İkindi vakti, ıssız bir şehir.
Şehir ki ustura, yeni bilenmiş.
Bir kış mevsimi kaldı geride,
Bir de gülmek sende güzel duran.
Yastığına düştüğünde, yaralı dizleri güneşin,
Saat altı.
Hadi kalk aydınlanmak üzre şehir.
Saçların çok güzel açıyor sabahı, bahara.
Göster kendini pencerenden...

Bahar ki, şehre ait. 
Yol yordam bilmez, kin tutmuş yalnızlığım şahit.
Kusuruna bakma cahilliğimin,
Gerdanın kadar ince değildi düşüncelerim.
Suyun ağaca hatırı kadar.
Hasretim sana, kokunun sindiği kadar resmi...
Aslında gözlerinin berraklığında başladı bu şiir,
Yolunu bulmuş bir seyyah gibi sevinçle dikildi karşına,
Şimdi nereye varsa ucu dudaklarına.

Ben güneş batarken girdim bir şehre,
Dedim ya saat altı,
Gün doğmak üzere...
Gözlerim kapalı, karmakarışık düşüncelerimle
Hangi noktalama işaretini kullanırsan, O'yum.
Bulutlar toprağa tükürene kadar, 
Anladım ki pencereden yağmuru izlerken,
İki parmağının arasında tuttuğun çay kaşığını kıskanırım.
Malum akordu yapılmamış gitarımın,
Resitali mi yinede çalarım.
Duymazsan, ıslanırım,
Son sigaranın dumanında...
Ağlasan, duyarım.
Şu anı çalan hırsız olmasa.
Ben de şehrin bir köşesinde, 
Ağlarım...

Kafkaesque

Dün gece masumiyeti gerçeklikten silinmiş. Flu, ağır aksak rutin fizik kurallarını reddediyordu bünyem. “ İyi değilim ” diyordum sürekli, ...