Türkiye sınırları içerisinde, bir o kadar
da dışında, bir yer. M.Ö. 6 yüzyılda Dor
eğemenliğinin altında ‘Knidos’ adıyla anılan bugün ki adıyla Datça. Bir adamın
bakışlarından rahatsız olan bir kadının o adama seslenişinin canlı kaldığı bir
kent.
- Beyefendi kalkıp gider misiniz? Ben
nereye gidersem siz oraya geliyorsunuz, sapık mısınız nesiniz anlamadım...
Böyle
demişti kadın. İstifini hiç bozmaması garipti. Belki de kadının büyütmesidir,
ya da yalnış anlaması. Buradan her yer on lira diyen beyni sulanmış servis
şoförü Şarapçı Ali.
İstanbullu,
Datça'da doğan, kırk iki yaşındaki Mehmet abi. Uzun Mehmet'in öyküsünü yazan
yazar Efkan Abi. Yatı, katı, arabası ve motor bisikleti olan öğretmen Yücel
abi. Biri sekiz, biri de on yaşlarında olan Çağdaş ve Doğukan sahil yolu
arkadaşlarım. Benim içinde bulunduğum sokağımın yaşayan yüzleri.
Her
gece sürekli içen, gündüzleri de bakkalında büyük bir ciddiyetle çalışan Bayram
Bey. Yolun sonuna yaklaştığının farkına varıp torunu ve çiçeklerine sarılan emekli
öğretmen ve şair Murtaza Hoca. Bir operacı gibi konuşan, konuşmasında Ege
melodisinin inceliği bulunan Suzi. Onun tam tersi, konuşmayı unutmuş, sanki
karısına hediye etmişcesine bu özelliğini, sessiz arada bir karısına şarkı
söylerken piyanosuyla eşlik eden Suzi'nin hayırsız kocası... Adı neydi, doğru
ya konuşmazdı ki hiç söylemedi.
Hemen
hemen her gün dükkanına gidip maket bıçağı aldığım, kırtasiyenin adının kendi
adı olduğunu düşündüğüm Zafer abi.
Zıpkın
lastiği aldığım ve yarım saat sonra takmaya çalıştığımda bana her zaman yardım
eden Fehmi Kaptan ve onun bir arkadaşı.
Deniz
kıyısında karısıyla yaşayan, bana sigaranın zararlarından bahseden tonton Osman
Baba. İsmini bilmediğim ama deniz kıyısında sürekli dondurma ve haşlanmış mısır
satan esmer mısırcı arkadaş. Teninin koyuluğunu Datça’dan almış. Bir bakkal,
bakkalın sahibi on on bir yaşlarındaki… Ayakları olmadığı halde sokaktan geçen
insanları seyrederek, onlarla beraber gezen, konuşan, oturan, denize giren ve o
insanların yerine kendisini koyarak, hayallerle yaşayan küçük adam. Sonradan
öğrendim ayaklarını ailesiyle geçirdiği bir trafik kazasında kaybettiğini. Tek,
ayaklarını kaybetse iyi anne babasını da orada yitirmişti. Babasından kalan
bakkal dükkanıymış işlettiği bu küçük yaşta.
Her
gün belli saatlerde Tak! Tak! Tak! Badem kıran ve rakısına meze yapan rakıyı
ağırdan içen Murat Abi. Karşımdan denize giren ama denizden hiç çıkmak
istemeyen esmer çirkin bir kız Aylin. Aylin’e pipet versem, denizin bütün
suyunu içerek bitirecek kadar çok seviyor denizi.
Kitapçı
bir kız. Kitap satan değil, para değiş tokuşu yapan bir kız. Yeğenlerinin
öğrenci olduğunu söyleyen, benimde öğrenci olduğumu duyunca onları aklına
getirdiği halde bir kitap için beş kuruş bile indirimi esirgeyen ‘almıyorum’
dediğimde ‘sen bilirsin’ diyerek geri çeviren huysuz paragöz kitapçı kız.
Bana
Can Baba’nın mezarında şiir okumamı söyleyen, Can Baba’nın küçük kızı Su,
Serhat Abi ve o gün Can Baba’nın kıraathanesinde benim titrek sesimi dinleyen,
O
gün ki,
Sanat
sevicileri…
Ve
Can Yücel’in o eşsiz üslubuyla yazılmış, kendisinin de Datça hayranı olduğunu
gösteren “Vasiyet” adlı şiiri:
“Beni kuzum Datça’ya gömün
Geçin Ankara’yı
İstanbul’u!
Oralar ağzına kadar
dolu
Alabildiğine de
pahalı,
Örneğin
Zincirlikuyu’da
Bir mezar 750
milyona
Burası nispeten
ucuzluk
Ortada kalma
tehlikesi de yok
Hayır dua da
istemez,
Dediğim gibi beni
Datça’ya gömün
Şu deniz gören
mezarlığın orda,
Gömü sanıp
deşerlerse karışmam ama!”