Evet, kabuğuma çekilmiş yaşıyorum belki. En dostlarım kitaplarım. Artık
nedense otuz yaşımı tamamladığım şu zamanlarda insanlara fazla inancım kalmadı.
Bu hayatta mutlu olmanın yolu yok. Beklentimi ne kadar düşük tutarsam tutayım,
istediklerimin gerçekleşmesinin mümkünatı yok. Yani her istediğim olsun da
demiyorum, ama hiçbir şeyin olmaması gerçeği hayatın bana yaptığı yavşaklıktan
başka bir şey değil. Odamdaki saatin tik takları, evrende o an ki tek ses
olarak oyalarken ruhumu, ben geceye boyun eğmiş bir adam olarak kalıyorum.
Yalnızlıktan korkmuyorum, yeterince kalabalık yaşamamış olmaktan korkuyorum.
Saatlerdir duyduğum tek ses akrebin ve yelkovanın zamandaki ilerleyişinin
bıraktığı o acı ses. Ben o sese odaklandıkça zaman ufalanıyor içimde. Acı
diyorum, çünkü saat tik taklarını duyacak kadar yalnızsanız, hayat çoktan boka
sarmış demektir. İşte o boktanlıkta bir yerdeyim. Aylardır ne yapıyorsun diye
sorsalar, yalnızca bir günümü tarif etmem yeterli olacaktır. Her gün, her gece
bir öncekinin kopyası... Biliyorum, şu an buraya yazacağım her şey çok önceden
birileri tarafından farklı şehirlerde, farklı saatlerde, farklı renkte kâğıtlara
çoktan yazıldı. Ama ben de insanım, ille de kendi yaralarımdan bahsedeceğim
elbet. Birileri anlatabildi diye onları okuyup ya da dinleyip susacak değilim
herhalde.
Bunları yazarken çok düşündüm. Sahiden hiçbir şeyim yok mu? Güvensizlik,
sevgisizlik, umutsuzluk... Hayatım kocaman bir yoksunluk hali. Özlediğim
şeylerden ne kadar uzaktaysam, kaçtığım şeylerin de o kadar içerisindeyim. Bana
bir çıkar yol sunmuyor bu hayat. Yazmaktan başka; böylece ruhumu hafifletirken,
zehrimi kâğıtlara dökmek çok güzel aslında... Başka türlü nasıl anlatayım ki
kendimi. Başka türlü nasıl rahatlayabilirdim ki zaten. Kimse okumayacak, kimse
anlamayacak olsa da bu umrumda değil. Ben zaten yaşama devam edebilmek için
yazmıyor muydum yıllardır? Evet… Bu yüzden, bu gri akşamüstüne, bu zifiri
dünyaya bir not daha bırakmalıyım. Öyle intihar mektubu gibi falan değil.
Bildiğiniz düpedüz berbat bir yaşamın mektubu. İnsanlar ölmek istediği anlarda
not bırakırlarmış, ben yaşarken bırakıyorum işte. Söyledim ya, boktan bir
“yaşam mektubu” bu. Hem ben o kadar cesur biri değilim. Birini öldürecek olsam
bu kesinlikle kendim olmazdım.
Neyse.
Bu arada yazarken daha az duymaya başladım yelkovanın zamanda
ilerleyişinin sesini. İşte, bir şeyler azalmaya başlamış bile içimde. Şimdi
buraya afili bir aşk mektubu yazmak isterdim aslında. Tam o yaşların içinden
geçmekteyim çünkü düşüncelerimde veya bir interrail treninde, bir şehirden bir
şehre seyahat ederken, sırt çantamdan çıkardığım deftere geride bıraktığım
şehir hakkında notlar düşmeliydim. Hiç olmadı, yarın için beslediğim bir umudu
konu edinmeliydim. Ne bileyim işte… Bu dünyanın bir yaşayanı olarak, bu
ülkenin, bu şehrin kaldırımlarında, sokaklarında gezerken, yaşamakla az da olsa
bir alakam olmalıydı. Duygularımı böyle her seferinde kâğıtlara dökmek zorunda
kalmamalıydım. Hay şu baş belası derdim, diyesim geliyor ne zaman kalemi elime
alsam. “Oğlum senin hayatında hiç mi umutlu bir şeyin yok yazacak? Yokmuş demek
ki olsa neden böyle sürekli yaşamın çirkin yanlarından bahsedeyim yazdıklarımda?”
Benim kalemimden huzurlu bir manzara çıkmayacak belli ki. Ben sizin o kusursuz tablolarınıza göre çerçeve değilim. İçimde özgürce uçuşan kuşlar, neşeyle dolaşan çocuklar, el ele yürüyen sevgililer barındırmak istemez miydim ben de? Ama yok işte olmuyor. Birileri gelip deviriyor sürekli ayakta tutmaya çalıştığım umutlu şeyleri. Umut edebilmenin kendisini umut eder oldum artık. Sığ, yavan, boktan bir gerçeklik yumağının içerisine hapsolmuş, üstelik realizmden nefret eden, bir karınca gibiyim. Ben “yaşamak istiyorum” dedikçe, birileri gerçek elleriyle, gerçek kötülükleriyle, gerçek haksızlıklarıyla, gerçek nefretleriyle dokunuyorlar hayatımın bembeyaz duvarlarına.
Tamam, tamam, gerek yok bu akşam saçmalıklara... Şu an burada küfür etmiyorsam
eğer, tam da şu an küfrü okumayı hak etmeyen birilerinin bu yazıyı bir gün
okuyacağını düşündüğüm içindir. Ha bu arada, burada saat 19.27, çalan şarkı haykırıyor
odanın karanlığına, bir şeyleri dağıtmak istercesine. Ama ben beni anlayacak
birileri isterdim sadece. Zaten beni ancak, aşığı olduğu topraklardan
uzaklaştırılmış biri anlardı şu an. Ölene kadar sefalet içerisinde yaşayıp,
öldükten sonra değerlenen Sabahattin Ali misal. Ne acı değil mi? Düşünsenize,
sizi anlayacağını düşündüğünüz herkes bir şekilde toprağın altında şu an.
Düşünsenize, tam da şimdi, ansızın ölseniz, kimseyi yalnız bırakmış
sayılmazsınız. Öyle bir şeyler işte…
Bu gün birinin, geçmişimle, doğduğum yerle ilgili bir sorusu üzerine şu geldi aklıma: Benim üniversiteyi kazanan arkadaşlarımın sayısı, ölenlerden ve şu an hapiste olanlardan daha az. Bunu biliyor muydunuz? Bir de bana bakın. Üç beş kayıtlara geçmeyecek vukuat dışında polisle neredeyse hiç işim olmadı. Aldığım bir iki ufak bıçak darbesi ve her gece maruz kaldığım varoluş sancılarım dışında bedenen hala ölmedim. Ve tüm bunlar yetmezmiş gibi, üniversiteyi kazandım. O da yetmedi yüksek lisansa yaptım, hem de iki tane. Öykü, şiir, deneme yazdım hiç utanmadan. Ulan benim neyimeydi bu yol? Ben de onlar gibi yaşadığım yerin rüzgârına kapılıp gidecektim işte.
Bir fotoğraf duruyor misal duvardaki çerçevede. Yıllar öncesine ait. Üç kişiyiz.
Birini dokuz sene önce kalbinden vurdular, orada öldü. Ben o dönem İstanbul’da
değildim. Belki o sıra bu şehirde olsaydım, onunla aynı masada oturuyor
olacaktım. Belki… Diğeri, hepsini sayamayacağım kadar fazla içinde bulanık
kalmış gerçekle, bilmem kaç senedir içerde. Biri de benim işte. Toplum
tarafından hala var sayılan. Hatta bazı kesimler tarafından onaylanan. Ben.
Benden söz ediyorum. Şaka gibi. Bir başarıdan bahsedeceksek, evet bu başarıdır.
Hala yaşıyor olmam, hala sicilimin temiz olması. Benim için bir başarıdır.
Geride kalan yıllarda çok yanlış yaptım ben. Haddinden fazla, sizin
tahayyül edemeyeceğinizden çok ama çok fazla. Yapmam dediğim her boka bulaştım.
Olmaz dediğim her şey oldu. Hayat genellikle beni hayal kırıklığına uğratacak şekilde
cereyan ediyor. Konu nerde bitecek, ben nerde kapayacağım çenemi? Bilmem. Bana
neden tahammül ediyorsunuz ki zaten. Boktan bir kaç paragraf işte bu
okuduğunuz. Edebi değeri yok, gündelik hayatınızda da hiçbir işinize
yaramayacak. Hiçbir sınavda, hiçbir ikili ilişkinizde, hiçbir şeyi lehinize
çevirmeyecek burada yazdıklarım. Öylesine bir adamın, öylesine karaladığı
satırlar, arka arkaya dizilmiş anlamsız kelime öbekleri. Yaşadığım hayat gibi
yani. Kaan Çaydamlı'ya sığınacağım birazdan. O da benim gibi. Onun gibi bıraksalar
sabaha kadar böyle manasız şeyler anlatırım. Yaşamın boktanlığından, hayatın
falanından filanından bahsederim. Hiç de yorulmam. Aksine dinlenirim.
Rahatlarım. E şimdi seni tutan mı var sanki diyeceksiniz, yok elbette. Ama
keşke olsaydı la. Arkadan bir ses yükselseydi misal. Hadi kapat şu bilgisayarı,
kahven soğuyor deseydi. Kahveyi sütlü, şekersiz sevdiğimi bilseydi. Fonda çalan
bir süredir sözleri hoşuma oldukça fazla giden Ebru Özgencil'e eşlik etseydi
benimle beraber. Arada ağlayıp, arada bir şeylere gülümseseydik. Ben mesela,
kimseye anlatamadığım şu boktan hikâyelerimi onun eteğine dökseydim.
Yapabilseydim bunu. O balkondan dışarıyı seyrederken, ben dünyayı, geçmişimi,
insanlığı affedebilseydim. Her şeyden önce kendimle aramı düzeltseydim. Bak la,
deseydim, karşında duruyor işte senin ilacın. Kalk ne yazacaksan onun için yaz.
Düşeceksen onun için düş. Yerle bir olacaksın zaten, bir kere de onun için ol.
Hem yerle bir olmak da değil ki bu.
Artık sona
geliyorum, gülümsüyorum. Olmayacakla olacağın ayrımını yapamıyorum. Sen kimsin
ki, niye senin hayatına tahammül etsinler diyorum. Kendin gel oğlum, kendine.
Sen ölmüş bir suvarisin, atın hala koşan…
İşte öyle…