14 Temmuz 2019 Pazar

Yaşam Mektubu


Evet, kabuğuma çekilmiş yaşıyorum belki. En dostlarım kitaplarım. Artık nedense otuz yaşımı tamamladığım şu zamanlarda insanlara fazla inancım kalmadı. Bu hayatta mutlu olmanın yolu yok. Beklentimi ne kadar düşük tutarsam tutayım, istediklerimin gerçekleşmesinin mümkünatı yok. Yani her istediğim olsun da demiyorum, ama hiçbir şeyin olmaması gerçeği hayatın bana yaptığı yavşaklıktan başka bir şey değil. Odamdaki saatin tik takları, evrende o an ki tek ses olarak oyalarken ruhumu, ben geceye boyun eğmiş bir adam olarak kalıyorum. Yalnızlıktan korkmuyorum, yeterince kalabalık yaşamamış olmaktan korkuyorum. Saatlerdir duyduğum tek ses akrebin ve yelkovanın zamandaki ilerleyişinin bıraktığı o acı ses. Ben o sese odaklandıkça zaman ufalanıyor içimde. Acı diyorum, çünkü saat tik taklarını duyacak kadar yalnızsanız, hayat çoktan boka sarmış demektir. İşte o boktanlıkta bir yerdeyim. Aylardır ne yapıyorsun diye sorsalar, yalnızca bir günümü tarif etmem yeterli olacaktır. Her gün, her gece bir öncekinin kopyası... Biliyorum, şu an buraya yazacağım her şey çok önceden birileri tarafından farklı şehirlerde, farklı saatlerde, farklı renkte kâğıtlara çoktan yazıldı. Ama ben de insanım, ille de kendi yaralarımdan bahsedeceğim elbet. Birileri anlatabildi diye onları okuyup ya da dinleyip susacak değilim herhalde.

Bunları yazarken çok düşündüm. Sahiden hiçbir şeyim yok mu? Güvensizlik, sevgisizlik, umutsuzluk... Hayatım kocaman bir yoksunluk hali. Özlediğim şeylerden ne kadar uzaktaysam, kaçtığım şeylerin de o kadar içerisindeyim. Bana bir çıkar yol sunmuyor bu hayat. Yazmaktan başka; böylece ruhumu hafifletirken, zehrimi kâğıtlara dökmek çok güzel aslında... Başka türlü nasıl anlatayım ki kendimi. Başka türlü nasıl rahatlayabilirdim ki zaten. Kimse okumayacak, kimse anlamayacak olsa da bu umrumda değil. Ben zaten yaşama devam edebilmek için yazmıyor muydum yıllardır? Evet… Bu yüzden, bu gri akşamüstüne, bu zifiri dünyaya bir not daha bırakmalıyım. Öyle intihar mektubu gibi falan değil. Bildiğiniz düpedüz berbat bir yaşamın mektubu. İnsanlar ölmek istediği anlarda not bırakırlarmış, ben yaşarken bırakıyorum işte. Söyledim ya, boktan bir “yaşam mektubu” bu. Hem ben o kadar cesur biri değilim. Birini öldürecek olsam bu kesinlikle kendim olmazdım.

Neyse.

Bu arada yazarken daha az duymaya başladım yelkovanın zamanda ilerleyişinin sesini. İşte, bir şeyler azalmaya başlamış bile içimde. Şimdi buraya afili bir aşk mektubu yazmak isterdim aslında. Tam o yaşların içinden geçmekteyim çünkü düşüncelerimde veya bir interrail treninde, bir şehirden bir şehre seyahat ederken, sırt çantamdan çıkardığım deftere geride bıraktığım şehir hakkında notlar düşmeliydim. Hiç olmadı, yarın için beslediğim bir umudu konu edinmeliydim. Ne bileyim işte… Bu dünyanın bir yaşayanı olarak, bu ülkenin, bu şehrin kaldırımlarında, sokaklarında gezerken, yaşamakla az da olsa bir alakam olmalıydı. Duygularımı böyle her seferinde kâğıtlara dökmek zorunda kalmamalıydım. Hay şu baş belası derdim, diyesim geliyor ne zaman kalemi elime alsam. “Oğlum senin hayatında hiç mi umutlu bir şeyin yok yazacak? Yokmuş demek ki olsa neden böyle sürekli yaşamın çirkin yanlarından bahsedeyim yazdıklarımda?”

Benim kalemimden huzurlu bir manzara çıkmayacak belli ki. Ben sizin o kusursuz tablolarınıza göre çerçeve değilim. İçimde özgürce uçuşan kuşlar, neşeyle dolaşan çocuklar, el ele yürüyen sevgililer barındırmak istemez miydim ben de? Ama yok işte olmuyor. Birileri gelip deviriyor sürekli ayakta tutmaya çalıştığım umutlu şeyleri. Umut edebilmenin kendisini umut eder oldum artık. Sığ, yavan, boktan bir gerçeklik yumağının içerisine hapsolmuş, üstelik realizmden nefret eden, bir karınca gibiyim. Ben “yaşamak istiyorum” dedikçe, birileri gerçek elleriyle, gerçek kötülükleriyle, gerçek haksızlıklarıyla, gerçek nefretleriyle dokunuyorlar hayatımın bembeyaz duvarlarına.
Tamam, tamam, gerek yok bu akşam saçmalıklara... Şu an burada küfür etmiyorsam eğer,  tam da şu an küfrü okumayı hak etmeyen birilerinin bu yazıyı bir gün okuyacağını düşündüğüm içindir. Ha bu arada, burada saat 19.27, çalan şarkı haykırıyor odanın karanlığına, bir şeyleri dağıtmak istercesine. Ama ben beni anlayacak birileri isterdim sadece. Zaten beni ancak, aşığı olduğu topraklardan uzaklaştırılmış biri anlardı şu an. Ölene kadar sefalet içerisinde yaşayıp, öldükten sonra değerlenen Sabahattin Ali misal. Ne acı değil mi? Düşünsenize, sizi anlayacağını düşündüğünüz herkes bir şekilde toprağın altında şu an.  Düşünsenize, tam da şimdi, ansızın ölseniz, kimseyi yalnız bırakmış sayılmazsınız. Öyle bir şeyler işte…

Bu gün birinin, geçmişimle, doğduğum yerle ilgili bir sorusu üzerine şu geldi aklıma: Benim üniversiteyi kazanan arkadaşlarımın sayısı, ölenlerden ve şu an hapiste olanlardan daha az. Bunu biliyor muydunuz? Bir de bana bakın. Üç beş kayıtlara geçmeyecek vukuat dışında polisle neredeyse hiç işim olmadı. Aldığım bir iki ufak bıçak darbesi ve her gece maruz kaldığım varoluş sancılarım dışında bedenen hala ölmedim. Ve tüm bunlar yetmezmiş gibi, üniversiteyi kazandım. O da yetmedi yüksek lisansa yaptım, hem de iki tane. Öykü, şiir, deneme yazdım hiç utanmadan. Ulan benim neyimeydi bu yol? Ben de onlar gibi yaşadığım yerin rüzgârına kapılıp gidecektim işte.

Bir fotoğraf duruyor misal duvardaki çerçevede. Yıllar öncesine ait. Üç kişiyiz. Birini dokuz sene önce kalbinden vurdular, orada öldü. Ben o dönem İstanbul’da değildim. Belki o sıra bu şehirde olsaydım, onunla aynı masada oturuyor olacaktım. Belki… Diğeri, hepsini sayamayacağım kadar fazla içinde bulanık kalmış gerçekle, bilmem kaç senedir içerde. Biri de benim işte. Toplum tarafından hala var sayılan. Hatta bazı kesimler tarafından onaylanan. Ben. Benden söz ediyorum. Şaka gibi. Bir başarıdan bahsedeceksek, evet bu başarıdır. Hala yaşıyor olmam, hala sicilimin temiz olması. Benim için bir başarıdır.

Geride kalan yıllarda çok yanlış yaptım ben. Haddinden fazla, sizin tahayyül edemeyeceğinizden çok ama çok fazla. Yapmam dediğim her boka bulaştım. Olmaz dediğim her şey oldu. Hayat genellikle beni hayal kırıklığına uğratacak şekilde cereyan ediyor. Konu nerde bitecek, ben nerde kapayacağım çenemi? Bilmem. Bana neden tahammül ediyorsunuz ki zaten. Boktan bir kaç paragraf işte bu okuduğunuz. Edebi değeri yok, gündelik hayatınızda da hiçbir işinize yaramayacak. Hiçbir sınavda, hiçbir ikili ilişkinizde, hiçbir şeyi lehinize çevirmeyecek burada yazdıklarım. Öylesine bir adamın, öylesine karaladığı satırlar, arka arkaya dizilmiş anlamsız kelime öbekleri. Yaşadığım hayat gibi yani. Kaan Çaydamlı'ya sığınacağım birazdan. O da benim gibi. Onun gibi bıraksalar sabaha kadar böyle manasız şeyler anlatırım. Yaşamın boktanlığından, hayatın falanından filanından bahsederim. Hiç de yorulmam. Aksine dinlenirim. Rahatlarım. E şimdi seni tutan mı var sanki diyeceksiniz, yok elbette. Ama keşke olsaydı la. Arkadan bir ses yükselseydi misal. Hadi kapat şu bilgisayarı, kahven soğuyor deseydi. Kahveyi sütlü, şekersiz sevdiğimi bilseydi. Fonda çalan bir süredir sözleri hoşuma oldukça fazla giden Ebru Özgencil'e eşlik etseydi benimle beraber. Arada ağlayıp, arada bir şeylere gülümseseydik. Ben mesela, kimseye anlatamadığım şu boktan hikâyelerimi onun eteğine dökseydim. Yapabilseydim bunu. O balkondan dışarıyı seyrederken, ben dünyayı, geçmişimi, insanlığı affedebilseydim. Her şeyden önce kendimle aramı düzeltseydim. Bak la, deseydim, karşında duruyor işte senin ilacın. Kalk ne yazacaksan onun için yaz. Düşeceksen onun için düş. Yerle bir olacaksın zaten, bir kere de onun için ol. Hem yerle bir olmak da değil ki bu.

Artık sona geliyorum, gülümsüyorum. Olmayacakla olacağın ayrımını yapamıyorum. Sen kimsin ki, niye senin hayatına tahammül etsinler diyorum. Kendin gel oğlum, kendine. Sen ölmüş bir suvarisin, atın hala koşan…

İşte öyle…










Kafamda Kocaman Bir Sorunlar Oteli Var

Yorgunum, konuşurken gözlerim doluyor mesela, tam anlatacak gibi oluyorum sonra kimin umrunda deyip susuyorum. Bu, hayattaki en iğrenç durumlardan biri kesinlikle. Bu durum ne kadar berbat olsa da bundan kurtulamayacağımı da biliyorum. İşte! Bu insana ait bir parça, zamanla yoran. Demem o ki bir başka insana değer vermek, kendini yavaşça ölüme itme biçimi. Ölüyorum...

Yalnızlık uzun zamandır bedenimi sarmış bitmeyen sancılı bir hastalık gibi her geçen gün acıtıyor. Neye tamam desem. Kimi seviyorum desem. Her şey yolunda desem. Kısacası olumlu bir düşüncenin etkisine ne zaman girecek olsam, aksine bir durum yaşamam yakın bir süreç içinde oluyor. Yaşarken ölmeyi uykusuz kaldığım gecelerde öğrendim. Gözlerimin altındaki karanlık, gün doğumuna varsa bile hiç bir zaman aydınlığı yansıtmayacak hayallerle dolu. Hiç bir yere ait değilim ve her şeye ait olduğumu söylemekten kendimi alamayışım ve tek korkumun düşüncelerimin içinde boğulmak olduğunu bilmem. Bu yüzden biran önce düşüncelerimi hırçın sulara bırakmak, durgunlaşmak ve sakin bir su birikintisi halini almak istiyorum. Tıpkı bir alabalığın oltaya düşmeden önce gölün yüzeyinde sakince yüzmesi gibi... Çünkü iğnenin ucuna takılıp bir gün nefes alışı kesilecekti, yabancı birinin ellerinde. 

7 Temmuz 2019 Pazar

Life Form

Ruhsuz ve beton şehirlerin grisinde tomurcuklanmış birer yeşiliz biz. Yeni bir düş, bir umut, yeni bir düşünce, yeni bir başlangıç, yeni bir life form. Tanrının kutsal yaşam çanağında birleşmeye çalışan... Şehirle grileşen hayatların, sararan ruhların o rengarenk cehenneminde en yeşil, en kutsal renklerine benziyoruz hayatın. Topraktan doğmuş bir mythe, betona saçılmış realitsleriz biz.
Merakla beklediğimiz umutların, yeşilin bu büyümeye başlayan çiğinde; merakla özlediğimiz mutlulukların, dağların temiz zirvelerinde yattığını bilmiyoruz. Bulamıyoruz yolumuzu, doğanın vahşetinin içinde kaybolmayı öğrenmediğimiz sürece... Yolculuklarımız kendi içimize doğru bükülüyor, asla doğanın, patikaların cennet bahçelerine çıkan güzelliklerini yeterince tadamıyoruz sonrada bizlere dünyanın cennetini parayla-şanla-şöhretle satmaya çalışanlara ikna oluyoruz, hem de kolayca... Düşünmeden. 
Katlettiğimiz doğanın içinde tüm güzellikleri görmezden gelip cehennemi yaşıyoruz. Korkuyoruz hatta doğal olan şeylerden, yapay yaşamlarımıza öylesine bağlıyız ki şehirleri renklendirebilenlere, balkonlarına begonya saksıları serenlere imrenerek bakıyoruz... Gariptir. Parklara sıkıştırılmış bol karbon ve monoksit kardeşliğinde yürüyüşlerimizi bile doğallık diye yaşamaya çalışıyoruz, saçmadır! 
Üzgün, yalnız, amaçsız ve başarısız birer yapaylık abidesiyiz. Bunun için kendimizi alkışlayalım. Nefes alamadığımız her bir gün için! 

Kafkaesque

Dün gece masumiyeti gerçeklikten silinmiş. Flu, ağır aksak rutin fizik kurallarını reddediyordu bünyem. “ İyi değilim ” diyordum sürekli, ...