“Her şey bu kadar kötü
olamamalı” diyordu kadın. Belki eskiler
giymeye devam etmese, devretse hayatı başka bir hayata, böyle düşünmeyecekti.
Katı kuralları güneşi çalan perdeler gibiydi. Sevmiyordu, sevemiyordu. Bilmiyorum
belki de seviyordu.
Hayatta birçok şeyi üst
üste yaşamış birine göre, şu göz kamaştırıcı dünyada bu kadar ciddi olmasına
gerek yoktu yinede. Sahibi olduğu şeylerin, ruhunu teslim edecek kadar sahibi
olduğu şeylerin farkında değildi herhalde. Bilmiyorum.
Güzel şeyler düşünüp
onun adına, yürüyordum. İyi olabilirdi, gerçekten iyi olabilirdi.
Bilmiyorum, sandığımdan
iyi de olabilirdi.
Kaybettiklerinin
farkındaydım. Bedenini yırtan, benliğini terk ettiren ve ruhuna eza eden gömülü
yaşanmışlık izlerini yok saymam nasıl mümkün olabilirdi. Yalnız kaldığında avuçlarında
sakladığı dünyasında düşlüyordu bir şeyleri. Beyazı terk edip siyaha göç
etmişti içinde ve gözleri düşüncelerini aydınlatan düş lambaları gibi bırakıp
gitmişti gözbebeklerini. Ağlıyordu gizli gizli. Bilmiyorum, beklide ağlamıyordu.
Ağlayamayacak kadar kurumuştu gözyaşları…
Karanlıkta kaldığım,
yalnızlığıma sarılıp uyuduğum zamanlar çok oldu benimde. Yinede, yeni bir gün
sihirli ışıklarını vurmak için çabalarken gökyüzünden pencereme, düne ve
yaşanmış onca şeye inat, yeryüzünün o muazzam denilebilecek ölçüdeki ihtişamlı
halini gördüğümde gülümsüyordum. Birkaç saat sonra kötü olabilecek bir durumla
karşı karşıya kalsam da yeni bir güne başlamak ve fırçamı istediğim renge
bandırıp boyamak. Bu önemliydi.
İşte! Her şey bu kadar
kötü değil aslında…
Tek bildiğim. Hissettiği
her neyse kadının, mutluluğa ulaşacak olduğu o eşsiz koyda, bir şeyler bekliyor
olacaktı onu. Ve her bir yol ayrımında üzülme diyebilmekten başka literatüre
geçmiş bir sözcük bulamıyorum.
Anlamı derinlerde gizli
bir durumdu.