22 Aralık 2019 Pazar

Unutma ve utanma cahilliğinden, her şeyin cevabını bulamazsın. Sessizlik bütün kimliğini sarar sonrasında içinden çıkamazsın. Sıkar seni, ter basar tenini, gözlerin kan çanağını içinde hayatın eksik parçasını tamamlamaya çalışırken, bazen çok içip unutup, sonra ayılıp bir nefes alırsın. Bazen de tüm nefesini kaybeder, ayılamayıp, başarılı bir intihar mektubu iliştirirsin en son okuduğun kitabın arasına, hayatını daha anlamlı kılmak adına. Gözyaşlarının hoyrat dalgası arasında kalemin kağıtta bıraktığı izde...  

15 Aralık 2019 Pazar

Karanlığın İçerisinde Kayan Parlak Bir Yıldızdı Elbette


Kendimden olanca gücümle kaçmaya çalıştığım, beceremediği anladığım hayatın götürdükleri içerisinde kalıcı olan tek duygunun geçmemiş oluşu. Yine gözlerime soğukla bulaşan gözyaşı, melankolik ruhumda birikmiş pespayeliğimi ortaya çıkarıyordu bu gecede, bekleyişin içinde. İhtiyar öğütlerin torunu rolüne büründüğüm son on dört yılda irdelediğim hiçbir konunun sonuna varamamış olmam ruhumdaki bilge cehaletin, geliştirmeye çalıştırdığım küllerine aittir.

Hatırladığım nadir anılardan birinde, otobüs durağının sisli ışığında, kestane tezgahının is bıraktığı kaldırımda, soğuk kış günleri geçiyordu. Yaşadığım şehir yılların soğukluğunu, karın cazibesine daha doğarken maruz bırakmıştı. Sobasız, samanla karışık çamurdan ahşaba vurularak yapılan barakalarda yaşadığı, gözlerindeki donukluktan belli olan bir çocuğun üşümesi. Ateşin adaletsiz tavrındaydı. İstemsiz eylemleri, kırılan arzuları, misket torbaları, kirli elleri, şekerlemenin cezbedici tadından mağrur kaldığı içindi belki de, ürkek bakışlı sokak çocuğunun savunmasız elleri, arayışın tam ortasına dikilmiş beyaz bayrak gibi parıldadı gözleri.

Ben buradayım diyordu ses tellerinden eksilmiş, konuşmaya mecali kalmamış son bir umut. Bu yakarışı görmemem elde değildi. Uzanıp ruhundaki korkuyu yudumlamak için yeltendim. Otobüs geldi ve kalabalık otobüs kapısına yarış atlarına imrenir biçimde hücum etti. İkimizde şaşkın. Anlık koltuk kapma yarışı bittiğindeyse, gecenin bu saatinde onca boş koltuğun olduğunu görmem hangi kafayı yaşadıkları sorusunu bir kez daha getirdi aklıma. Neden bu karmaşa, ne bu delice acelecilik, hangi sebeple insanlığa bu kadar kinlisiniz diye düşündüm çocuğun karşısına oturduğumda. Bir süre gözlerinin içine baktım, oralı bile olmadı. Otobüsün penceresine başını dayamış insanların ayaklarına yoğunlaşmıştı gözleri. Kimdi onlar dimi? Ne yapıyorlardı? Sahte, parlak ışıklı suratları en ufak darbede patlayıp sönecek gibiydi değil mi? çocuk diye geçirdim içimden. Yardım etmeliydim, karnını doyurup bir kaç saat vakit geçirebiliriz sorunlarımızı anlatırız ve sonra susup ayrılırız diye düşündüm. Duraklar trailer sunumla bir başka durağa uzanırken, çocuğun sıska ayakları kapıya yöneldi birden. Kapıya yönelen diğer kemikler görüş açımı kaybetmeme ve çocuktan uzaklaşmama sebep oldu. Otobüsteki herkese yeniden çıkış verilmiş saf kan at olup hareketlendiler. Kapı açıldı, kırmızı duracak lambasının altında gözleri parıldayan çocuk kuyruklu yıldız gibi uzaklaştı bu sorumsuz evrenden. Bense putlaşıp eyleme dökemediğim düşüncelerimin arasında daha ezici gelen acı bir gülümseyişin içinde yana söne krater oldum benliğimde…

1 Aralık 2019 Pazar

Kafkaesque


Dün gece masumiyeti gerçeklikten silinmiş. Flu, ağır aksak rutin fizik kurallarını reddediyordu bünyem. “İyi değilim” diyordum sürekli, beni teselli etmeye çalışıyorlardı, beceremediklerinin farkında olmadan. Sanki yaşadığım otuz beş yıl bana tamamen yalan söylüyordu. Duvarlar, pencereler, ışıklar color correction'a maruz kalmış gibi belirgin bir sahtelik içeriyordu. Hava serin, yağmur hafif hafif atıştırıyordu. Nabzımın dakikada kaç attığı umurumda değildi. Tek istediğim daha münzevi bir gerçeklik. Kafamın içinde uçuşan sineklerin vızıltısı ve bıraktıkları larvaların kozasından çıkması, zaman belirsizliği, karanlık…

Yastığa kaç defa başımı uyumak için koyduğumu ve yataktan sıyrılma çabamın derinliğini hatırlamıyorum. Baş ağrımı dindirecek hiçbir kimyasal vücuduma etki etmiyor aksine midemi bulandırıyordu. Kusamamamın verdiği rahatsızlık, her öğürdüğümde gelen rahatlama, ruhumla kemiğimi binlerce defa ayırıp birleştiren bir his, deliliğin tinsel boyutunu yaşama zevki, bir yandan boyutsal kimliğimi açığa çıkarma arzum, hırçın bir kavgaya tutuştuğu sırada bir ses duydum;

Bir türlü kâbustan uyanamadın. Gerçek dünyayı istemediğimiz için bu kafayı yaşıyoruz bırak kendini kısa bir süre de olsa burada yaşa. Var olmanın ağırlığını sırtlanmaya cesaret edenlerin sayısı hayli az olsa da, ağırlığı altında ezilmeden, içinde bulunduğun dünyayı anlamaya çalışma. Bu kendine yeni, küçük ve umutsuz bir labirent yaratma durumudur. En azından ne istediğinin kesinliği var, bırak artık kendini, geçecek ne de olsa bu yaşadıkların. Sessizce çığlık atabiliyorsun, rahatsız etmeden, istediğin evren ayaklarının altında, bırak kendini, olan oluyor, kanındaki arzuyu rahat bırak, yoksa acı çekmeye devam edeceksin.”

26 Kasım 2019 Salı

Kazaya Karışmış Bir Kaç Kelime


Tüm değerlerden yoksun olduğunda en umursamaz zamanını yaşıyorsun hayatının, beyninin içini uyuşturup her şeyi siliyorsun. Üstüne bir suskunluk bulutu çekiliyor simsiyah. Bir zamanlar inandığın, seni mutlu eden insanların yanında harcadığın zaman, artık saniyenin onda biri de dahil daha önce hiç muhabbet etmediğin bir yabancıyla akıyor. Bedeninde gelişen yeni bir role bürünüyorsun. Geçmişte ne söylediğinin önemi ortadan kaldırıp, evrendeki yeni yolculuğuna başlıyorsun. Umursanacak pek birşey olmadığını anladığın anda mutluluğun son anını yaşayıp, gerçekliğin ilk adımlarını atıyorsun. Mühim olan ise bu yeni soyut dünya seni karmaşayla yüz yüze bırakıp, çırılçıplak birinin kafasına silah dayamanı emrediyor. Korkuların artık senden korkuyor. Sözcüklerin karışıyor, düşüncelerin en esnek halini alıyor. Bu bedensel ve ruhani süreç sonsuz yaşama veya intihara sürüklüyor. Anlamsız olmanın çekiciliği diğer insanların göremedikleri, onlar tarafından sözde alay konusu olan durumların aslında ne kadar da ciddi manalar taşıdığını bilmemeleri acı verici geliyor. Akla en aykırı durumları düzenleyen hayal gücüne borçlu olduğun hayatını özlüyorsun ve şarampole yuvarlanan düşüncelerle, gerçekliğe bu kadar bağlı kalan insan oğluna olan hıncından dolayı son kadehi acı ve nefretle kaldırıyorsun. Şerefe!

15 Kasım 2019 Cuma

Sinek Kuşu


Uzun yol kenarındaki
Kurumuş, sararmış otların
Vücuduma birer diken gibi
Sarılmasına aldırış etmeksizin
Uzanmış
Maviye dikmişken bakışlarımı
Çırpındın, süzüldün
Gömleğimin yakasıdan içeri
Girdin
Terli, korkak, soğuk
Göğe kavuşmak için vurup çarpan yüreğimin üstünde
Ah yolunu kaybetmiş sinek kuşu
Şimdi senden kalan, kanatlarındaki toz zerrecikleri
Mevsimden olsa gerek
Otlar kuru, terim soğuk
Ruhum yorgun

20 Ekim 2019 Pazar

Bir Avuç İhtimal Daha Toprağa Serpildi

Acımasız bir dünyanın kalabalıklarından ve kabalıklarından uzak, korunmuş, ılıman, cennet bir sığınaktı sanki varlığın. Huzurun gözbebeklerinden yayılan parıltısı tüm benliğimi sarsıyordu ve ben göz kapaklarım siper etsin istemiyordum...

Yalnızlıktan kurtulup yalnız kalabilmem için sana ihtiyacım var. Yalnız kalmanın aslında kendimden kurtulmak olduğunu sen öğrettin bana. Yokluğundan kalan boşluğun ne demek olduğunu tarif ettim sanıyorum. Bunu bilmenin ne derece faydası olur sana fakat mevcudiyeti bilinmeyen ihtimallerden biri belki bundan sonra olur. 

Şimdi sonbahar battaniye ve hırkaya kokunun sindiği mevsim. Sen bir anı düşüncelerimde ve tenin sürdürecek varlığını bir süre daha böylece. Düşüncelerimde bulduğum, düşüncelerimde biçimlendirdiğim bir durum. Düşündüğüm oranda büyüyen, derinleşen, o denli dayanılmaz boyutlara ulaşan, gerçekleşmeyip, soyutlaşan ve hiç bir zaman bitmeyen. Yaşam gibi. Ölüm gibi.

Kuşkusuz birimiz birimizden daha ölü!
Ölü kim mi?
Soru mu şimdi... 

19 Ekim 2019 Cumartesi

Bilinmez


Bana hiç bilmediğim bir şeylerden bahset. Hiç görmediğim yerlerden, hiç tanımadığım insanlardan. Bana kendinden bahset, seni tanımadan önce yaptıklarından. Hiç yalan söylemeden, hiç utanmadan.

Sıkılmadan…

Yapabilir misin?

Bilmiyorum.

Ben şimdi kocaman kentin gecesine oturmuş, eskiden anlattıklarını anımsamaya çalışıyorum. Elimde mürekkebi uçmuş bir kalem, rengi solmuş bir kâğıt ve masada bir paket sigara, çakmağım, limoni acılıkta bir bardak kahve, bunları yazarken seni düşünüyorum. Hayatım gözlerimin önünden geçiyor, gülümsüyorum batan güneşine sonbaharın, aklıma gülüşün düşüyor, susuyorsun…

Öyle işte,

Böyle zamanlarda, yani bu denli çok oturup düşündüğüm zamanlarda harekete geçmek istiyorum. Kaybolduğum zamanlarda bulmak istediğimi, bulunmak istediğimi anlıyorum. Arayışın ne durduğum yer ne de gittiğin yer olmadığını biliyorum. Ne kaybolduğum zamandır arayış, ne kaybolduğun.

O bilinmezindir.

Başkalarına anlamsız gibi görünen pek çok şey aslında evrende senin için en anlamlı şeydir. Onu kaybettiğinde lime lime kopuş başlar. Sonra Dostoyevski karakterine dönüşüverirsin ve şöyle monolog bir düşünce oynar zihninde; “beni anlamayacaksınız, çünkü katil benim”

Mucize

her şey çürür zamanla biter yoklukta, titrerken için dinmez sandığın göz yaşların kurur özlediğin neşeli günler kapında biter deli gibi sarılırsın sevgiye, o son nefesini verirken bir kaç anı kalır zihninde her gece uykuya dalarken kalbinde değer bulan her ne olursa olsun yaşamının mucize olduğunu anlatan

Bir Düş

geceleri Samanyolunu seyrederken beni saran huzurum, mutluluğun sahnelendiği bir tiyatro sahnesi sanki gece üstüme örtülüp de yalnızlığım sessizliği bozarken düşünceler berraklaştı su olup... meğer mümkünmüş her şey yaratabilirdim bir orman da, soğuk betonun içimi titretmesinin nedeni de bendim. çizgiler, kurallar, limitler içimdeki korkunun eseriydi. halbuki biz bir ağaç olmalıydık, nazım'ın dediği gibi ancak becermedik biz... can yaktı hep, canı yanan affetmek onursuzlukla lanetlendi her zaman kurumuş bir ağacın hışırdayan yaprakları gibi, her rüzgarda başka yöne savrulan ürkek ve biçare hallerdeyiz. bizi dünyanın hakimi yaptı belki korkularımız, şimdi dünyanın efendisi korkaklarız.

17 Ekim 2019 Perşembe

Kelebek

bir damla ter, bir damla daha
elinde avucunda paslı bir iz,
antik çağlardan kalma
ne ona ait, ne de hayata dair.
şimdi bir kelebek o;
kopkoyu yapraklarında,
tıklım tıklım ormanın
yalın bir ağacında kaybolan.
gözlerinde kara bir bağla kalabalıkta
formunu arayan, saçma bir hayatta kalma çabası
herkesle bir, herkes olamayacak yığınlar.
kendine, kendi gözleriyle tepesinden bakarken
gökyüzündeki ışıklar, kırıp geçti zahiriliği.
ve şimdi bu koruluk, bedenini deli gömleği misali saran
ağaçların o narin yaprakları,
kelebeğin ayaklarını bağlayan prangalar

8 Ekim 2019 Salı

Ömür Boyu

senden sonra çok değişti

bir tarafım hep eksik,

diğer tarafım net değil

her sızım sana dönüştü

sense  hep
SIZI

utandım, sıkıldım, gömüldüm

geceyi sabaha güzel bırakmayı

çok özledim

bakarsan belki yine yüzüme

eğer birde güldürürsem

öyle işte…

kapanmadı açıklar…

gönül dolusu inanamadım hiç kimsenin sözüne

üflesen uçar

sanki toz bulutu

baksana,

seni seviyorumların da içi boşaldı

sevda sözlerine inançsızlık diz boyu

yinede

eskiden kalma

bir aşk hikayesi

avutan beni

kırık...

yarım..

acı.

ama
                                                    Ömrü;  Ömür boyu... 

7 Ekim 2019 Pazartesi

Yeniden Başlarsın, Karar Verince


Bakışını değiştirmişti hayattaki her şeye karşı, adım attığı andan itibaren o’nun yüreğinin derinliklerinde dünyaya açtığı pencereden birini daha kirlettiğini hissetti. 

O an'a ait her şey birden birde mat renklere büründü ve geldiği her an'ın heyecanları sona ermişti.

İnsanlar dünyaya geldikleri andan itibaren heybelerinde "tecrübe" dedikleri yükler taşır.

Bazen bu öğretilmiş gerçekler öylesine zincirler yaratır ki bir yere kıpırdatmayacak kadar geri çeker.

Renkleri soldurur, 

Zamanı durgunlaştırır, 

Hırslandırır, 

Nefes almayı zorlaştırır, 

Bağlar 

ve 

Kemikleştirir.

Zorlarsın ama kırmak için güçsüzsündür.

O güne kadar razı olduğun, sorgulamadığın her şey birden daha bir ağır gelir, sığmaz içine, aksilikler iyice sarar bedenini, kendini nedenini kestiremediğin hıçkırıklarla bulursun.

Bir değişim yaşıyorsundur aslında, 

Bir geçiş dönemi 

-yeni bir başlangıç-

Kararı zor olan.

6 Ekim 2019 Pazar

Düşün;
    Sevgi eylemdir...

Endişe Yumağı


“Yorgun ve endişeyle uyuyorum, 
                     yine aynı duygularla uyanıyorum sanki hiç dinlenmemiş gibi'' dedi...

Aslında tanıyıp tanımadığım onlarca insanın dilindeydi bu cümleler. 

Hayat; yani hepimizin içinde nefes aldığı bu gezegen, insanlar, çevre, hastalıklar, gelecek kaygısı daha belki sayamadığım binlerce duygu sürekli perçinliyordu bu düşünceleri ve altını iyice dolduran kaba biz zemin elde etmemize neden oluyordu. Daha birincisini çözemeden ikinci, üçüncü belki on üçüncü sorun ve endişe yumağı...

Hümanist olması doğru ile yanlışı birbirinden ayıramayacak kadar erdem sahibi hissettiyordu...

Yaşamamıştı, tecrübesizdi ve ne olduğunu gerçekten bilmiyordu. Bir zamanlar! 

Büyüdükçe, asıl olanın öyle olmadığını gördükçe her insanın, bu eşit dağılması gerektiğini düşündüğü sevgiyi, emeği hak etmediğini öğrenecekti.

Dün metro çıkışında ikinci kez asansörün inip çıkmasını bekledikten sonra topuklu ayakkabısının ayaklarını sıktığını yüzündeki acıdan fark ettiğim, ayrıca bedeninde ki yorgunluğu üçüncü kez asansörün yeniden gelmesiyle, kimseye aldırış etmeden sol ayağını herkesten önce içeri atmasıydı endişe yumağı.

5 Ekim 2019 Cumartesi

Bir şey daha


yazmak için ciddi nöbetlerimiz vardı, yaşanılan onca olayımız

çok şey yazmak lazım,

çok ama çok fazla konuşmak lazım,

uzunca sustuk

ama biz, işten, filmlerden, kimin ne yaptığından, memleket havasından…

adını düzgün telaffuz edemediğimiz kahvelerimizden yudumlarken oradan oraya koşuşturduk, sevemedik birbirimizi giderken, bencilliğin girdaplarında oturduk, başarılı belki de prestijli olduk…

üzülür gibi yaptık,

düşünür gibi,

sever gibi…

Bir yerlerdeler


sen
yağmur
üst geçitler
metro
kar
kuşlar
soğuk
üşümek
karanlık 
akşam
trafik
bir yürek

Eğer Güldürürsem


Bir ben mi tıkanmış hissediyorum, her şeyi normalmiş gibi yaşayamıyorum. Gerçekten o yüzündeki gülümsemeyi en içten haliyle bıraktığım için mi yalnız kalıyorum. Şikayetçi olduğumdan değil, sadece gerçek bir ayrıntıyı kaçırıyormuş olma düşüncesi beni üzen. Yoksa yıllar öncesinde ben böyle olmayı seçtim. Ne kendime ihanet ettim, ne de başka birine.

O kadar…

O kadar ki, her şey artık!

O kadar, o kadar fena ki…

Belki ne zaman yazmak için kalemi elime alsam üstünü karalamam sözcüklerin bundan. Çünkü ne yazsam yetersiz, sancılı hissettiriyor cümlelerin gücü. Cevabını bildiğim soruları sormuyorum, sorsam incineceğim samimiyetsizliklerinden. İyiymiş gibi, düzgünmüş gibi, doğruymuş gibi davranışlarından. Olmayan, aslı astarı olmayanlardan incinmek yerine, duymamak, uzak kalmak daha iyi.

Hem ne demiş Çehov bir yerinde geçmişin;

Başkalarının yalanlarını dinlemek ve yalanları yutmuş göründüğün için seni aptal bellemelerine göz yummak, alçalmayı sineye çekmek, dürüst, özgür insanların yanında olduğunu açık açık söyleyememek, üstelik yalan söylemek zorunda kalmak, gülümsemek… Hayır, hayır, beş para bile değeri olmayan bir lokma ekmek, bir sıcak köşe, bir mevki için çekilmez bütün bunlar. Böyle bir dünyada yaşanmaz!


29 Eylül 2019 Pazar

Sonbahar'a bir not


Sonbahar, umutların, ağaçlardan bir bir dökülmeye başlayan yaprakların, konservelik kavanozların, cam önüne dizilmiş turşu bidonlarının, sırtlarına çanta vurmuş gelecek nesil insanların başladığı ve mevsimlik aşkların bittiği ay. Düşüncelerin daha derin, gökyüzünün daha koyu, mavinin bıraktığı sıcaklığın yerine yağmurun soğukluğunun hissedildiği ay. Eylül’ü teslim etmek üzereyiz artık Ekim’e. Geç kalsam da yazmaya bu mevsimi, ne yazacağımı düşündüğüm, düşündükçe derinleşen çaresizliğim ve mevsimin bana getirdiği güzel, çirkin, acı, tatlı ikileminin karmaşıklığı içinde Eylül’ün sonuna kalmıştı sözcüklerim benimde. Neyse ki kaçırmadan sonbaharın ilk ayını kaleme sarıldım bu gece, not düşelim, bir tarih, bir saat, bir de yer ile;

Eylül 29 2019 – 21.25 – ANKARA

İçinden çıkılmaz bir haldeyim aslında. Dinmeyen yağmurlarda uzaklara boş bakarken gözlerim, özlemin sivri tarafı kaburgamın arasına girmiş, her sıkıştığında nefesim daha bir acıtıyor. Diyorlar ki çok karamsar yazıyorsun, çok karamsar bakıyorsun hayata. Ben karamsar değilim, vücudumda tertemiz kalbimin pompaladığı kandaki zehrin beynimde bıraktığı bir hasar bende olan. Bende olan farkında olmama rağmen güçlü bir umutla hiç gelmeyecek birini bekliyor olması cılız vücudumun. Zaman inatla kabul ettirmeye çalıştırdıkça gerçeği, susmamın bana verdiği kalıntıları bir araya getirdiğimde, yenildiğimi hissediyorum. Kaçırdığım ya da görmek istemediğim gerçeği yüzüme vuran insanların arasında. Aslında yaşamamın rölantisidir bu. Ancak son nefesimi verince yiteceğini düşündüğüm. Bu yüzden bu gerçekten ve bu gerçeğin nedeninden vazgeçmeyeceğim.

Hem böylesi Tanrı’nın bütün gayesi olan tek başınalığını yaşamaktır aslında. İnsanın kendi kendine yetebilmeyi öğrenmesidir. Ama zor gelir bu hepimize. Çünkü birlikten doğan kuvvetin itici gücü, biraz düşünme ve çokça konuşma yeteneği olan canlıları tembelleştirir. Hatırla; başına ufacık bir şey gelse gözlerin hemen bir sevdiğini arar. Anlatmak istersin hemen, bir yakınına. Elin telefonuna gider. Anlata anlata bitiremezsin olanları. Tekrara sararsın. Rehberinde numarasını yeşile basıp çevirdiğin biri daha, uzun uzun anlatıp kırmızıya sürdükten sonra parmağını, parmağını kaydırıp bir başkası, bir başkası daha.

Mutluysan, herkes sen mutlusun diye mutlu olsun istersin. Kalabalık olma ihtiyacının sebebini aklından geçirmeden yaparsın bunu. Oysa her duygunun geçici olduğunu çok iyi bildiğin halde. Bunu yaparsın. Yapmalısında. Sen insansın.

Ya mutsuzken. Yine arasın. Sen insansın dedim ya. Elin yine telefona gider. Rehberinde yeşile basmaya değecek birini ararsın. Yeşilde huzur. Canın yanıyorken, ne zaman biteceğini sorgulamaktan derinleşirken yaran. Yeşilin huzuruna inanırsın yine de yaşadığın hiçbir durum gerçek mutluluğu kapına getiremez. Bunu da adın gibi bilirsin. Bildiğin ne çok şey var senin. Yaslanacak bir omuz arayışın belki de sırf bu yüzdendir. Görüyorsun, dış etkenlere iştahla bağlanmış bir ruh haliyle zor yaşanıyor bu hayat.

Yani diyorum ki sonbahar gelmiş aldırma. Bak bir ayı bitti, bitecek çünkü. Sen dön içine ve yaşamaya bak. Başına gelen ne varsa kabullen. Ne çok mutlu ol ne de üz kendini. Tek gerçek senin ömründür. Şimdi bunları okurken; işteysen, çalışma hayatının bütün gerginliklerden arın. Akşam eve geldiğinde sevdiğin şarkıları dinleyip yaşadığını hisset. Evindeysen, çek pijamalarını üstüne, çayını demle, uzat ayaklarını, sevdiğin bir kitabı oku ya da seyre değer bir film izle. Tavsiye istersen söyle. Yoldayasan, arabadaysan, otobüsteysen, uçaktaysan, metrodaysan ona da sen çare bul. Zamanın geçişini durdurmak mümkün değil. Acı veya mutluluk bir duruma bağlıysa eğer kalıcı olmayacak inan. Sürekli bir beklentiden ziyade, devinmeyen bir uyumdur insanı kalıcı olarak mutlu kılan.

Tek başına bir kenti gülümsetir senin gözlerin
Arkanı dönsen ülke ağlar

22 Eylül 2019 Pazar

Renkli, ama çelimsizdi...

Evet bir zamanlar mutsuzdum, hem de çok mutsuzdum. Aklınızın alamayacağı bir mutsuzluk. Şarkıların sözleri hatırlanmayacak eski. Şiirler bitti.  Eskiden sevgililere yazılmış o aşk şiirleri içinde içime işleyen kelimeleri, duyguları gelişine paylaşınca, bir dönemin sonu da kendiliğinden gelmişti. Aşk hala aşktı, sevgili hala sevgili. Fakat hayalini kurduğumuz o yaşam düeti kendiliğinden tükendi bitti. Kalbim haftalarca mutfağın bir köşesinde unutulmuş kahve bardağı gibi içi kararmış ve bu karanlık ruhumu ele geçirmiş, hayatla tek bağım olan -renkli ama çelimsiz ölme isteğimden de- beni vazgeçirmişti. Ruhumu yok etmeye kararlı bir karanlık.  

Tüm bu karanlığın içine birden yeniden çıkıp gelmiştin. Karanlık, birini yeniden görme isteğimi söküp almışken, senin gülüşüne sakladığın gün ışığı aydınlatmıştı yeniden. Bir rahatlama hissetmiştim. Huzur; başka bir tenin dudaklarının arasında ki kelimeleri fısıldarken oluşan gülümsemeymiş meğer.  Sözlükte ki anlamını ne olur değiştirin. Bana bu kadar uzak bir hayatta yaşarken, yine yanıma gelmen. Karanlığımdan, kararsızlığımdan söküp alman, endişelerimden uzaklaştırman. Senin farkında olmadığın bir an'da benim fark edilebilir olmam tesadüf değildi... 

Kabusların artık normal geldiği, bir rüyadan uyanmış gibiyim. Karanlık bedenime yüzlerce yeni alışkanlıklar kazandırmıştı. Ölümün bile korkutucu gelmediği, sevginin nasıl bir his olduğunu unutturduğu, özlemin ne demek olduğu hakkında daha önce öğrendiğim her şeyi silip, insana ait duyguların ne demek olduğunu unutturan, benden farklı bir ben yaratan karanlık gitmişti.

Karanlığı yırtan bir cesaret senin sayende doğdu. Genetik mirasım güncellenip, yirmili yaşlarımın o çılgın cesaretiydi ilk aydınlanan. Bu bir geç kalma değildi. Bu bir var/olmanın telaşlı örneğiydi. Hayatımı etkileyecek doğruyu zamanında hissetmekle ilgiliydi. Bunu karşıma geçerek kurduğun cümleler değiştirdi. Yıllarca bir insanı tanımak ya da yeniden hayatında olmak unutulmayan bir sevginin gerçeği miydi? Oysa tüm hislerin, bütün beğenilerin, saptırılan gerçeklerin, yaşanılanların, eğilip bükülen düşüncelerin, onca zaman yazılanların, aklımıza gelenleri paylaştığımız kısa mesajların, onca yıkıntının üstünde, bu bir son/ilk konuşma değilse, biz bu sonucu hak etmedik, ömrümüz bu talana layık değil demektir ve bunun koca bir anlamı olmalı kat ve kat güçlenen.

21 Eylül 2019 Cumartesi

Alışmak

İnsanın hayatı "alışmak" üzerine kuruludur. Yaşamında iyi veya kötü giden ne varsa ona zamanla alışır ve kendine yeni/den heyecanlar arar. Bu doyumsuzluk insanın doğasına özgü bir davranıştır. İnsan, doğası gereği alışır. Alışır, yakınının öldüğüne, sevdiğini kaybettiğine, yürümeyen ilişkilerine, kötü giden okuluna, iyi gitmeyen evliliğine, iyi gitmeyen işine... 

"Alışmak" insanın ömrünü yavaşça tüketen bir süreçtir.

...

Adam uzun süredir hayatının bu denli monoton gitmesine, geride bıraktığı geçmişine sahtelikler katıp yalnız yaşama sürecine alışmıştı. Bazı geceler, bazı hayatların içine dalıp kendini özgürlüğe doğru salıp, sonunu başka birinin hayatına bağladığı, o başka birininde sustuğu an her şeyin yok olup gideceği sahte bir hayata başlamıştı. Hiç kimsenin onu anlamayacağı bir yerde. Hiç bir kelimenin ya da düşüncenin mantıklı olmadığı bir hayat sürecinde tanımadığı bir yaşam sürdü. Bir şeyin yahut birilerinin her zaman insana ait olması gerekmiyormuş öğrendi. Sahte bir geçmişle, yalandan kurduğu gelecek yaşam sürecinde, kaybettiği ne varsa hiç katmadan tek gerçeği kendi beyninin içinde bir nokta halinde bırakıp, hatırlamamak üzere yoluma devam etti. 

Hep bir mucize bekleyerek hayattan. 

Hayat, acımasız olduğu kadar bu süreçte çok kahkahaya boğdu, nefes almakta zorlandığı kahkahalarının sayısı, acılarıyla eş orantısını kaldırdı. Yerini, toprağına kendini resmen kabul ettirmiş bir fidanın kökleri kadar güçlü, gökyüzüne eriştiği dalları kadar yeşil ve diri bir hale getirdi.

Adam "alışmak" üzere, yeni bitirdiği hayatına, yeniden "alışmak" üzere başladı.

  

17 Eylül 2019 Salı

Kendine Kat Beni

Seni tanıyıp, bildikten sonra başka bir hayat tasavvuru olur mu
Bu kadar iyiliğe, bu derinliğe, lahutiliğine alıştırınca beni,
Elbet seni hatırladım yine, hayallerime seni sardım
Yalnızlığıma bir sigara yaktım, şarapla yıkandım, benden saklanmışsın
Bende gözlerindeki siyah sürmeler, yüzündeki allığı bıraktın
Düştüm ama öğrendim, senden vazgeçmedim,
Güzel anılarımla kaldım ben seninle,
Daha dün hasretle yollarını gözlüyordum ki, geldin
Gelişin vuslattı, ya gidişin yeniden...
Gitmemeliydin.
Seni sevmek aşka yapılmış bir betimlemeydi,
Bir okyanusun mavisi ya da çimen yeşili, gözlerim gibi
Sana gönlümü açalı bunca yıl olsa da her gelişin yenidir bana.
Sen gelince beni heyecanlı bir telaş alır, öğrettin
Hatıralarımdan öğrendim, kendini kandır bana bırak
Duyup hissettiğim şeyleri ifade edecek söz bulamam, ırak
Nasıl karşılanmalısın, sana ilk söz, ilk bakış ne olmalı
İyi niyetim, bu adam seni kandırarak geçmişe döndürmeliydi
Ben yine sana tutkun, yine senin tesirin altında 
Müstesna bir zamanı yaşadım, sonrasında
Kalp sana ayarlı, gözler senden başkasına kör, 
Dilim senin öğrettiklerini tekrar ediyor…
Aşkın insanı değiştirme gücü bir kere daha belirdi.
Ben sonuçları değil süreçleri istiyorum senden.
Çünkü aşk bir süreçtir, insanı hamken pişirir
Seni beklerken beklemenin bütün acılarını, hazlarını, 
Ama en çok insanı sevmeyi öğrettin.
Hep aşkla geldin, aşka geldin, güzel anılarınla sen
Duygumu, düşüncemi, müşahedelerimi değiştirdin
Aşka tercüman olan efsunlu beyanı da senden öğrendim.
Yağmur oldun, fırtına oldun, denizleri aştın, gündüz oldun
Sürprizlerle dokundun yüreğime, solmaz, tükenmez oldun
Önce esaretten kurtardın, ardından kendine meftun
Şimdi bende bir sevgi istidadı varsa o sendendir.
Seni düşünmek yüceltir beni, 
Aşk dediğin sabırla beklemesini de öğretir,
Beklerken, neredeyse geldiğini bile fark etmezsin
Seni beklemek bekleyişlerin en güzeli
Sen hep varsın, hiç gitmedin ki…
Sana yazdığım son şiirde, seni yazmadığım günlerden vazgeçtim

12 Eylül 2019 Perşembe

Garip

İç içe geçmiş otobüslerde dalgalanan insan sesi
Beynin en karanlık köşelerine kadar ulaşan bir uğultu
Tek başınayım, pantolonumun ağı yırtık, paytak paytak dolaşıyorum
Yaşım tam otuz-altı, bir sene daha yaşarsak otuz-yedi
Kafiyesiz şiirle tanışmışım yirmi-altımda belli
Cebimdeki son para ile Bulgar malı sigara
Sokak köşesinin başındaki bakkaldan kibrit
Ters dönmüş bir kaplumbağa gibi sonrası çok garip

8 Eylül 2019 Pazar

İnsansız Hava Sahası

Yeterli düzeyde kafayı çektiğimiz zaman hepimiz iyi anlaşacağız...

İyi geceler sayın dinleyen, bıraktığım yerden,
İnsandan Öte burası!


Çok acı var buna göre hareket edelim ve daha kaybedecek çok şeyimiz olacak, kedimizi buna hazırlayalım. Şimdi bize ne iyi gelir biliyor musun? Kıyak bir hafıza kaydı veya kaybı. Eksikliğini duyumsuyorum. Bu kadarını hiç beklemiyordu bu kadavra. Hayatın hep adil davrandığını düşündüğüm halde adil falan davrandığı yok. Boktan bir yaşamın içine saplanmış insanlar o kadar seçici ki elinin tersiyle ittiği kaderin dili olsa düştüğü uçurumdan, avazı çıktığı kadar bağırır, sağır eder vicdanlarını.

Adım adım yükselirken, sözcüklerin ördüğü duvarlar, hüküm gecenin kahramanı olarak bir yerlerden taşıyor yine... Entelektüel kavramını bireysel olarak kendimize kolayca atfettiğimiz bu teknoloji savaşında, geceye zafer sunma gururunda insanların yalan söyleyip söylemediklerini, hırsız olup olmadıklarını, tecavüzcü, katil, sübyancı olup olmadıklarını yüzlerinden okuya bildiğinizi bir düşün. Kıskançlık, kibir, cimrilik, bencillik, sorumsuzluk, kin, düşmanlık gibi bütün olumsuz karakterlerin renkli lekeler halinde vücutlarında belirdiğini farz et. 

Nasıl bir hayat olurdu acaba? 

şimdi otobüs gelir biner gideriz


7 Eylül 2019 Cumartesi

Gece Vakti Tırnaklarını Sandaletin Tokasına Geçirmiş Üşürken Bira İçen Kadın


Bilmiyorum insanlar tuhaf, ben mi? Cevaplarını bilmek istemediğim sorularla yaşamak kadar zor mu, senin olmak? Ya da düşüncelerimin, özgürlüğümün kısıtlandığı bir yerde düşünsem de farkında değilmişim gibi yaşamak? Karamsar olmak! Bilmem ki, doğruluğuna inandıklarımın ardından dedikodusunu yapmak kadar yıkıcı mı şimdi sözcükler?

Zırvalamakla, saçmalamak arasında sıkışıp kaldığım nefesi veriyorum şimdi... Bütün sabahların günaydınla başladığı, bütün gecelerinin iyi geceler dileğine sıkıştığı geçmiş güzel yıllardan arınmış bir gelecekte, zor yeniden bütünleşmek... Kafamın içinde başka yaptığım bir çok eylem varken, gözlerimi her kapattığımda buram buram acının küf kokusu vuruyor burnuma tuhaf, sanki seninle hiç yan yana gelmemişiz gibi. "Ben bunları birine yazmak istemiyorum." cümlesinin ortasında geçirdiğim biri olabilme ihtimalin kaç?

O sen değilsin, siz'siniz artık kelimesindeki ciddiyet. Bedeninin içine giren, içinde taşıdığının dışkından başka bir kadın oldun sen. Pardon siz'siniz'! Bir zaman onuruma, seni sürdüm lekelendi kendim... Suskun oldum. Nedense duman altı ettim kendimi, kendimi boğdum. Pasifleşti etrafımdakiler, aktif olmak için çok yorgundum, sen içerikli hayatımda, kendimi bir cümle dışa vurdum. Bir var olmak varken, yok olarak yaşamanın saniyelerinde geçiriyorum zamanı. Saatler artık sıkıyor. Aklım korkuma bağlı, "sıkılmadan yaşanan günler" adı altında seninle zaman geçiriyorum.

Ağlayarak başkalarını sömürtemem kendimi, duygularımı el altından milletin diline vuramam.. Bu kadar ucuza gitmemeli değil mi? Sen işini bilirsin dediğim zamanlarda ben yapmam gerekenleri yapmıyordum evet... İşimi bilerek yaptığım en güzelini yaşatıyorum şuanda sana? Üstünü kapatarak seni yazıyorum mürekkep soğukluğunda, üşümezsin burada.

Şimdi söyle bana karakterleri bitmek bilmeyen kadın?

"Pardon, hangi karakterine soyundun?"


25 Ağustos 2019 Pazar

Yok

Tüm bu sessizlik, eşi olmayan bir durum... Artık seni ne duyabileceğimi ne de görebileceğimi sanmıyorum. Çünkü biz ya da en doğrusu sen ve ben başka dünyalara yelken açan iki kişiyiz, birbirinden sonsuza dek ayrı kalacak iki kişi... Bundan sonra ne yapacağımı, daha ne kadar yazabileceğimi, içimdekileri ne kadar anlatabileceğimi bilmiyorum. Düşüncelerimde en zor unutacağım şeyin sesin olduğu bildiğim halde, onu bile hatırlamakta zorlanmaya başladım. Ben seninle başka kimse ile olmadığı kadar rahat ediyordum oysa; ama şu var, artık olanaksız hale geldi. İnsan kendine uygun koşullarda yaşayıp, buna uygun koşullara neredeyse kaçınılmaz halde katlanmak zorunda kalıyor. Bunun muhtemelen bir çaresi yok ama özellikle yıllar önce birbirimize karşı beslediğimiz sevgi gibi, benim sana  karşı beslediğim sevgi gibi, hafifletici nedenler var.

                                                                                                                                                        Addio.

14 Ağustos 2019 Çarşamba

Hep Aynı Yere Dönerken

Susmanın ağır geldiği zaman, kötü bir şey insana hem unutma imkanı sunarken hem de acı vermesi. Ben acı çekenlerdenim. Her gün sözlerimi kıran bir düşünce ile yatağıma yatmak ve sonra uyanmak. Bir yanımın gecede bir aşkı beklemesi. Güneşin doğmasıyla gelmeyeceğini bile bile...

Üstümde çok fazla kadın sesi. Aklımda tek kadının düşüncesi. Beni sevmesi için beklemek, yüreğimden çaldığı gecelerde... Eskiye ait fotoğraflarda uzaklığı en büyük yaraydı. Yara içimde derinleşti hayaliyle. Kendimi küçümsedim. Yaramı dinledim. Belki de elimi uzattığımda hayalime; konuşması, yürüyüşü, bakışları ve uykuları değişmişti. Yıllar öncesinde bir an'a ait ne varsa çoktan bitmişti. Hayatımın bir köşesinde nefes aldığım günlerden alıp, işte oradan, biraz şuradan, birazda buradan alıp getirmiştim. Bir nefes, biraz rahatlatan sıkışmış düşüncelerimi, yok yok ağlamak değil bu ya da gerekiyorsa da onun için. 
Başka bir yıldan, başka bir zamandan yazıyorum.
Bir nevi.
Dün'üm bile yabancı gelirken, aylar - yıllar öncesi çok başka geliyor.
Konuşmalarım, yürüyüşüm, belki bakışlarım, uykularım… hayatım değişti, değişiyor.

Gün olmuş, gece olmuş, güneşle ay yer değiştirip durmuş. 
Yerde sonbaharı özlemiş yağmur damlaları kurumuş. Yorgunluk fazla. Dudağımda yara açan bir isim. İnanın ayakta tutan şey ne bilmiyorum. Ama bazen bir gemi gibi uzaklara açılmak istiyorum. Derinlerine en derinine denizin, uçsuz. Fazla düşünmeden geçmişi ve biraz rakı içmek istiyorum. 

O sırada düşündüğüm filler bile olabiliyor.
Fakat konu hayat olunca tekrardan, öyle olmuyor.
Çok hızlı, çok yoğun, peşi sıra geliyor,
geliyorlar ama durmak pek mümkün değil.
ya da mümkün kılacak gücüm, belki cesaretim yok.
Kaçırıyor muşuz gibi hissediyor musun sen de? Bir şeyleri.
Bir süre sonra her şey birbirinin aynısı gibi geliyor duramayınca,
durup bakmayınca.
ama düşününce, bak bir düşün, o farklar o kadar büyükmüş ki aslında,
izin verirsen korkutur bile.
İzin ver.

- vermek lazım belki de - 
Ben şimdi kendimi de toparlayamam,
anlatmak istediklerimi de elime yüzüme bulaştırırım.
gidişat öyle gösteriyor.
en iyisi şöyle bitireyim.
“rakı çok severim”

bir zamanlar, pek çok gece, rakım ve sigaramla balkonda sabahlardım.
Anason kokusunu rüzgarın taşıdığı, kırık dökük kültablama bırakırdım küllerimi,
artık kırık dökük kültablamın yerini koku yapmayan ve sapasağlam plastik bir kül tablası aldı mesela.
O emektar ise dolapta öylece duruyor, atmaya kıyamadım. Kaderime ortak.

Bu gece, o gecelere döndüm.
Tam anlamıyla olması mümkün değil fakat şimdilik olduğu kadar ve yağmuru beraberinde getirdim.

Bazen ardına bakmak gerek, bazen önüne bakabilmek için ardına bakmak gerek.
Yani, sanırım.
Ben de bilmiyorum.
Kendi(m)(n)e biraz zaman ver...
İyi geceler.

14 Temmuz 2019 Pazar

Yaşam Mektubu


Evet, kabuğuma çekilmiş yaşıyorum belki. En dostlarım kitaplarım. Artık nedense otuz yaşımı tamamladığım şu zamanlarda insanlara fazla inancım kalmadı. Bu hayatta mutlu olmanın yolu yok. Beklentimi ne kadar düşük tutarsam tutayım, istediklerimin gerçekleşmesinin mümkünatı yok. Yani her istediğim olsun da demiyorum, ama hiçbir şeyin olmaması gerçeği hayatın bana yaptığı yavşaklıktan başka bir şey değil. Odamdaki saatin tik takları, evrende o an ki tek ses olarak oyalarken ruhumu, ben geceye boyun eğmiş bir adam olarak kalıyorum. Yalnızlıktan korkmuyorum, yeterince kalabalık yaşamamış olmaktan korkuyorum. Saatlerdir duyduğum tek ses akrebin ve yelkovanın zamandaki ilerleyişinin bıraktığı o acı ses. Ben o sese odaklandıkça zaman ufalanıyor içimde. Acı diyorum, çünkü saat tik taklarını duyacak kadar yalnızsanız, hayat çoktan boka sarmış demektir. İşte o boktanlıkta bir yerdeyim. Aylardır ne yapıyorsun diye sorsalar, yalnızca bir günümü tarif etmem yeterli olacaktır. Her gün, her gece bir öncekinin kopyası... Biliyorum, şu an buraya yazacağım her şey çok önceden birileri tarafından farklı şehirlerde, farklı saatlerde, farklı renkte kâğıtlara çoktan yazıldı. Ama ben de insanım, ille de kendi yaralarımdan bahsedeceğim elbet. Birileri anlatabildi diye onları okuyup ya da dinleyip susacak değilim herhalde.

Bunları yazarken çok düşündüm. Sahiden hiçbir şeyim yok mu? Güvensizlik, sevgisizlik, umutsuzluk... Hayatım kocaman bir yoksunluk hali. Özlediğim şeylerden ne kadar uzaktaysam, kaçtığım şeylerin de o kadar içerisindeyim. Bana bir çıkar yol sunmuyor bu hayat. Yazmaktan başka; böylece ruhumu hafifletirken, zehrimi kâğıtlara dökmek çok güzel aslında... Başka türlü nasıl anlatayım ki kendimi. Başka türlü nasıl rahatlayabilirdim ki zaten. Kimse okumayacak, kimse anlamayacak olsa da bu umrumda değil. Ben zaten yaşama devam edebilmek için yazmıyor muydum yıllardır? Evet… Bu yüzden, bu gri akşamüstüne, bu zifiri dünyaya bir not daha bırakmalıyım. Öyle intihar mektubu gibi falan değil. Bildiğiniz düpedüz berbat bir yaşamın mektubu. İnsanlar ölmek istediği anlarda not bırakırlarmış, ben yaşarken bırakıyorum işte. Söyledim ya, boktan bir “yaşam mektubu” bu. Hem ben o kadar cesur biri değilim. Birini öldürecek olsam bu kesinlikle kendim olmazdım.

Neyse.

Bu arada yazarken daha az duymaya başladım yelkovanın zamanda ilerleyişinin sesini. İşte, bir şeyler azalmaya başlamış bile içimde. Şimdi buraya afili bir aşk mektubu yazmak isterdim aslında. Tam o yaşların içinden geçmekteyim çünkü düşüncelerimde veya bir interrail treninde, bir şehirden bir şehre seyahat ederken, sırt çantamdan çıkardığım deftere geride bıraktığım şehir hakkında notlar düşmeliydim. Hiç olmadı, yarın için beslediğim bir umudu konu edinmeliydim. Ne bileyim işte… Bu dünyanın bir yaşayanı olarak, bu ülkenin, bu şehrin kaldırımlarında, sokaklarında gezerken, yaşamakla az da olsa bir alakam olmalıydı. Duygularımı böyle her seferinde kâğıtlara dökmek zorunda kalmamalıydım. Hay şu baş belası derdim, diyesim geliyor ne zaman kalemi elime alsam. “Oğlum senin hayatında hiç mi umutlu bir şeyin yok yazacak? Yokmuş demek ki olsa neden böyle sürekli yaşamın çirkin yanlarından bahsedeyim yazdıklarımda?”

Benim kalemimden huzurlu bir manzara çıkmayacak belli ki. Ben sizin o kusursuz tablolarınıza göre çerçeve değilim. İçimde özgürce uçuşan kuşlar, neşeyle dolaşan çocuklar, el ele yürüyen sevgililer barındırmak istemez miydim ben de? Ama yok işte olmuyor. Birileri gelip deviriyor sürekli ayakta tutmaya çalıştığım umutlu şeyleri. Umut edebilmenin kendisini umut eder oldum artık. Sığ, yavan, boktan bir gerçeklik yumağının içerisine hapsolmuş, üstelik realizmden nefret eden, bir karınca gibiyim. Ben “yaşamak istiyorum” dedikçe, birileri gerçek elleriyle, gerçek kötülükleriyle, gerçek haksızlıklarıyla, gerçek nefretleriyle dokunuyorlar hayatımın bembeyaz duvarlarına.
Tamam, tamam, gerek yok bu akşam saçmalıklara... Şu an burada küfür etmiyorsam eğer,  tam da şu an küfrü okumayı hak etmeyen birilerinin bu yazıyı bir gün okuyacağını düşündüğüm içindir. Ha bu arada, burada saat 19.27, çalan şarkı haykırıyor odanın karanlığına, bir şeyleri dağıtmak istercesine. Ama ben beni anlayacak birileri isterdim sadece. Zaten beni ancak, aşığı olduğu topraklardan uzaklaştırılmış biri anlardı şu an. Ölene kadar sefalet içerisinde yaşayıp, öldükten sonra değerlenen Sabahattin Ali misal. Ne acı değil mi? Düşünsenize, sizi anlayacağını düşündüğünüz herkes bir şekilde toprağın altında şu an.  Düşünsenize, tam da şimdi, ansızın ölseniz, kimseyi yalnız bırakmış sayılmazsınız. Öyle bir şeyler işte…

Bu gün birinin, geçmişimle, doğduğum yerle ilgili bir sorusu üzerine şu geldi aklıma: Benim üniversiteyi kazanan arkadaşlarımın sayısı, ölenlerden ve şu an hapiste olanlardan daha az. Bunu biliyor muydunuz? Bir de bana bakın. Üç beş kayıtlara geçmeyecek vukuat dışında polisle neredeyse hiç işim olmadı. Aldığım bir iki ufak bıçak darbesi ve her gece maruz kaldığım varoluş sancılarım dışında bedenen hala ölmedim. Ve tüm bunlar yetmezmiş gibi, üniversiteyi kazandım. O da yetmedi yüksek lisansa yaptım, hem de iki tane. Öykü, şiir, deneme yazdım hiç utanmadan. Ulan benim neyimeydi bu yol? Ben de onlar gibi yaşadığım yerin rüzgârına kapılıp gidecektim işte.

Bir fotoğraf duruyor misal duvardaki çerçevede. Yıllar öncesine ait. Üç kişiyiz. Birini dokuz sene önce kalbinden vurdular, orada öldü. Ben o dönem İstanbul’da değildim. Belki o sıra bu şehirde olsaydım, onunla aynı masada oturuyor olacaktım. Belki… Diğeri, hepsini sayamayacağım kadar fazla içinde bulanık kalmış gerçekle, bilmem kaç senedir içerde. Biri de benim işte. Toplum tarafından hala var sayılan. Hatta bazı kesimler tarafından onaylanan. Ben. Benden söz ediyorum. Şaka gibi. Bir başarıdan bahsedeceksek, evet bu başarıdır. Hala yaşıyor olmam, hala sicilimin temiz olması. Benim için bir başarıdır.

Geride kalan yıllarda çok yanlış yaptım ben. Haddinden fazla, sizin tahayyül edemeyeceğinizden çok ama çok fazla. Yapmam dediğim her boka bulaştım. Olmaz dediğim her şey oldu. Hayat genellikle beni hayal kırıklığına uğratacak şekilde cereyan ediyor. Konu nerde bitecek, ben nerde kapayacağım çenemi? Bilmem. Bana neden tahammül ediyorsunuz ki zaten. Boktan bir kaç paragraf işte bu okuduğunuz. Edebi değeri yok, gündelik hayatınızda da hiçbir işinize yaramayacak. Hiçbir sınavda, hiçbir ikili ilişkinizde, hiçbir şeyi lehinize çevirmeyecek burada yazdıklarım. Öylesine bir adamın, öylesine karaladığı satırlar, arka arkaya dizilmiş anlamsız kelime öbekleri. Yaşadığım hayat gibi yani. Kaan Çaydamlı'ya sığınacağım birazdan. O da benim gibi. Onun gibi bıraksalar sabaha kadar böyle manasız şeyler anlatırım. Yaşamın boktanlığından, hayatın falanından filanından bahsederim. Hiç de yorulmam. Aksine dinlenirim. Rahatlarım. E şimdi seni tutan mı var sanki diyeceksiniz, yok elbette. Ama keşke olsaydı la. Arkadan bir ses yükselseydi misal. Hadi kapat şu bilgisayarı, kahven soğuyor deseydi. Kahveyi sütlü, şekersiz sevdiğimi bilseydi. Fonda çalan bir süredir sözleri hoşuma oldukça fazla giden Ebru Özgencil'e eşlik etseydi benimle beraber. Arada ağlayıp, arada bir şeylere gülümseseydik. Ben mesela, kimseye anlatamadığım şu boktan hikâyelerimi onun eteğine dökseydim. Yapabilseydim bunu. O balkondan dışarıyı seyrederken, ben dünyayı, geçmişimi, insanlığı affedebilseydim. Her şeyden önce kendimle aramı düzeltseydim. Bak la, deseydim, karşında duruyor işte senin ilacın. Kalk ne yazacaksan onun için yaz. Düşeceksen onun için düş. Yerle bir olacaksın zaten, bir kere de onun için ol. Hem yerle bir olmak da değil ki bu.

Artık sona geliyorum, gülümsüyorum. Olmayacakla olacağın ayrımını yapamıyorum. Sen kimsin ki, niye senin hayatına tahammül etsinler diyorum. Kendin gel oğlum, kendine. Sen ölmüş bir suvarisin, atın hala koşan…

İşte öyle…










Kafamda Kocaman Bir Sorunlar Oteli Var

Yorgunum, konuşurken gözlerim doluyor mesela, tam anlatacak gibi oluyorum sonra kimin umrunda deyip susuyorum. Bu, hayattaki en iğrenç durumlardan biri kesinlikle. Bu durum ne kadar berbat olsa da bundan kurtulamayacağımı da biliyorum. İşte! Bu insana ait bir parça, zamanla yoran. Demem o ki bir başka insana değer vermek, kendini yavaşça ölüme itme biçimi. Ölüyorum...

Yalnızlık uzun zamandır bedenimi sarmış bitmeyen sancılı bir hastalık gibi her geçen gün acıtıyor. Neye tamam desem. Kimi seviyorum desem. Her şey yolunda desem. Kısacası olumlu bir düşüncenin etkisine ne zaman girecek olsam, aksine bir durum yaşamam yakın bir süreç içinde oluyor. Yaşarken ölmeyi uykusuz kaldığım gecelerde öğrendim. Gözlerimin altındaki karanlık, gün doğumuna varsa bile hiç bir zaman aydınlığı yansıtmayacak hayallerle dolu. Hiç bir yere ait değilim ve her şeye ait olduğumu söylemekten kendimi alamayışım ve tek korkumun düşüncelerimin içinde boğulmak olduğunu bilmem. Bu yüzden biran önce düşüncelerimi hırçın sulara bırakmak, durgunlaşmak ve sakin bir su birikintisi halini almak istiyorum. Tıpkı bir alabalığın oltaya düşmeden önce gölün yüzeyinde sakince yüzmesi gibi... Çünkü iğnenin ucuna takılıp bir gün nefes alışı kesilecekti, yabancı birinin ellerinde. 

7 Temmuz 2019 Pazar

Life Form

Ruhsuz ve beton şehirlerin grisinde tomurcuklanmış birer yeşiliz biz. Yeni bir düş, bir umut, yeni bir düşünce, yeni bir başlangıç, yeni bir life form. Tanrının kutsal yaşam çanağında birleşmeye çalışan... Şehirle grileşen hayatların, sararan ruhların o rengarenk cehenneminde en yeşil, en kutsal renklerine benziyoruz hayatın. Topraktan doğmuş bir mythe, betona saçılmış realitsleriz biz.
Merakla beklediğimiz umutların, yeşilin bu büyümeye başlayan çiğinde; merakla özlediğimiz mutlulukların, dağların temiz zirvelerinde yattığını bilmiyoruz. Bulamıyoruz yolumuzu, doğanın vahşetinin içinde kaybolmayı öğrenmediğimiz sürece... Yolculuklarımız kendi içimize doğru bükülüyor, asla doğanın, patikaların cennet bahçelerine çıkan güzelliklerini yeterince tadamıyoruz sonrada bizlere dünyanın cennetini parayla-şanla-şöhretle satmaya çalışanlara ikna oluyoruz, hem de kolayca... Düşünmeden. 
Katlettiğimiz doğanın içinde tüm güzellikleri görmezden gelip cehennemi yaşıyoruz. Korkuyoruz hatta doğal olan şeylerden, yapay yaşamlarımıza öylesine bağlıyız ki şehirleri renklendirebilenlere, balkonlarına begonya saksıları serenlere imrenerek bakıyoruz... Gariptir. Parklara sıkıştırılmış bol karbon ve monoksit kardeşliğinde yürüyüşlerimizi bile doğallık diye yaşamaya çalışıyoruz, saçmadır! 
Üzgün, yalnız, amaçsız ve başarısız birer yapaylık abidesiyiz. Bunun için kendimizi alkışlayalım. Nefes alamadığımız her bir gün için! 

15 Haziran 2019 Cumartesi

Baştankara

Yeni bir gün daha. Kahvaltı masası hazır. İnce belli bardakta tavşan kanı çay. Masada sadece kuş sütü eksik değil. Kimin için hazırlandığı pek anlaşılmayan, hatta bunun önemli olmadığı bir masa. Geç uyanacak bugün eksikler. Bilinenler, bilinmeyenler, anlatılanlar, anlatılamayanlar, sıradanlıklar hepsi geç uyanacak... Bir arayıştan, bir kalıştan, bir susuzluktan dudakları çatlatan gece yarısından kalma bir kızıllık. Bir leke, bir inanç sarsılması. Bilmiyorum birbirimizi seviyor muyduk? Biliyorum biz yalnızca seviştik. Biz yalnızca kuşkuyduk, biliyorum. Her şey, yani kimilerinin sonsuza kadar sürecek dediği her şeyin alevden bir yaz rüzgarıyla dağılıp gittiği, gri bulutların gökyüzünün maviliğini kirlettiği, bir gün. Bir haber, bir umut, bir şişman, uzun boylu ihanet. İki sokak öteye de gitsen aynı olan bir değişim. Sadece birine ait olmayan, geniş kitlelerinin arasına sızmış. Öte yandan, sahte bir gülüş. Aynı şarkının tekrar tekrar dile vuran, hafif karıştırılmış nakaratı. En son ne zaman dinlemiştim. En son nerede çalmıştı. Eskileri biriktirdiğim komidinin çekmecesinde, eşyanın kurcalanan o meşhur tabiatının ortasında, kan ter içinde bulmuştum kasedi. Usulca teybe yerleştirdim. Eskiye olan saygın korumacılık isteği. Pencerede gökyüzünün serilişi, konuşmanın buruk köşeleri, müziğin dudaklarım da yeniden doğrulanması, duvarları titremeye başlayan melodinin, açılan pencereden dolan hafif serinlemiş havayla gri gökyüzüne ilerlemesi. Şehre çıkmak ardından. "Az önce" denen yılgınlığın neşesiyle. Biraz daha çocuk kalabilmek için, biraz daha yalan. Yürüdükçe yalan. Bilmediğim hayatlardan, kestiremediğim kendimden birilerine. Ne kadar süreceğinin merakıyla... Nereye kadar süreceğinin. 

9 Mayıs 2019 Perşembe

Bazen Hayat


Nisanın başında bir şeyler olmuştu, ve sonrasında da. Bir daha hiçbir şey nisanın öncesi gibi olmadı. Öncesi ve sonrasını iki ayrı insan gibi anımsıyordu şimdi… Neden sonra, kente vardığında ki sabah düştü aklına. Giderken pek az şey hatırlıyordu, otobüse bindi ve düşüncelerinin soğukluğu uyutmuştu bedenini. Otobüsten indi, gar binasının önünde duran taksiye binip, şehir merkezine gitti. Işığı seçti, Otel, içeri girdi. Bir gece dedi, adam tek söz etmeden, ödemesini alıp, anahtarı teslim etti. Yatak, üstü battaniye, gri duvarlar, ayna, komodin, anahtarı kapının arkasında bırakıp yerleşti. Uyudu…
Masa, dağılmış bira şişeleri, biraz iyileşme isteği, yorgunluk, aklında ki karmaşıklık, gözünü yavaşça odanın tavanını tarayarak pencereye doğru indirdi. Sakin bir müzik, inatçı bir baharın kısa süreli yaz görüntüsü, sokaktan geçen öğrenciler, motor sesleri, havanın kıştan kalma kömür kokusu, içi çekiliyordu. Susuyordu, içtikçe ağır bir mide bulantısı, zar zor düşünüyordu. Sessizlik, son şişenin, cam masadaki sesiyle bozuldu.
Yerinden kalktı, kapı, sesi, kominin, odanın kapısını çalması, “nereden geldin sorusu, hoş geldin, iyi yere geldin, burada kimse kimseye ilişmez, kimse kimsenin hakkını yemez, herkes işinde gücünde” beyanlarına, yürekten inanmak istiyordu. 

Kafkaesque

Dün gece masumiyeti gerçeklikten silinmiş. Flu, ağır aksak rutin fizik kurallarını reddediyordu bünyem. “ İyi değilim ” diyordum sürekli, ...