Kafamın içi gece kadar
karanlık düşlerle doluydu. İyi bir başlangıç yaptığıma inanıyordum, koltukta
uyandığım sabahların ardına, uzun süredir uyumadığım yatağımdan kalktığımda.
Beyazdı sıyırdığımda perdenin yarısını, pencerenin ardındaki tablonun
görüntüsü. Pazardı ve okullar tatil olduğundan okul bahçesi boştu, çocukların
gürültüsüne on yıldır hiç alışmış olmamam rağmen, gözlerim bir an sevinçle okul
bahçesinde koştukları anı aradı. Kar bırakılmış karanlığın sabahlığında…
Gülümsedim.
Balkona çıktım.
Yaklaşık otuz beş dakika önceydi. Bu gün doğumundan çok kısa sonraki bir saatti.
Gökyüzünün griliği, hafif bir rüzgârın geceden gelen temizleyip, pakladığı,
okul bahçesindeki çamların ve toprağın, karın ve kentin kömür kokusuyla
karışmış havayı içime çektim. Kar hafiften yağmaya devam ediyordu ve rüzgârla
yolunu şaşırmış birkaç kar tanesi yüzüme çarpıp eriyordu, sıcaklığında tenimin.
Tekrar tekrar içime
çektim kokuyu, hayatı, hayatımı. Keyiflenmiş, huzur dolu, dakikalar boyunca
hiçbir şey düşünmeden durdum balkonda, seyrettim, soğuk, donuk, mat kaplamanın
içindeki kenti.
Son yudumumu alıp kahve
fincanından içeri girdim ve yarım bıraktığım perdenin tamamını açıp çalışma
masama geçtim.
Uyumaya çalıştığımda,
geride bıraktığım günün, tasarladığımdan farklı geçtiğini düşünüyordum. Sanki
günü yöneten tatlı bir oyun gibiydi zaman. Sıradan, spontane. Böylesi
tasarladığımdan uzak kalmasına rağmen güzel gelmişti. Geride bırakılan iki
senenin verdiği utanç yüklü zincirlerin koptuğunu hissediyordum, bakışlarının
kararlılığında. Bütün tereddütler, hicaplar bir tarafta; ruhlarımız birbirini
kucaklıyordu.
Kurs çıkışına henüz
yarım saat vardı geldiğimde Mithatpaşa caddesinin köşesine. Caddenin
devamlılığının bozulmaması için yapılan köprünün yanından ilerledim. Sakarya
caddesine dönen köşedeki çay evine girdim. Hava soğuktu. Isınamamıştı vücudum
bugün. On katlı kurs binasının çıkışını görebildiğim bir masaya geçtim.
Kaldırımlar soğuğun sakinliğini üzerinde taşıdığından net bir şekilde
görülüyordu kursun çıkış kapısı. Çay ve simit söyledim gelen garsona aç
olmadığım halde benden önce gelenlerin ritüelini bozmak istememiştim. Ankara’da
günün her saati çayın yanında meşhur simidi yenirdi aç olmasan bile.
Siparişim masaya
gelmeden telefonuma mesajı gelmişti “ çıktım, nerdesin?” bu kadar çabuk
olacağını bilseydim oturmazdım diye düşündüm. Başımı kaldırdığımda kursun
kapısında dikiliyordu. Aradım ve caddenin karşı çaprazında bir çay evinde
oturduğumu söyledim. Oysa kursun önünden almak için sözleşmiş olmamıza rağmen
dersinin erken bitmesi ve benin verdiğim siparişi iptal etmem utancımdan söz
konusu olmadığından planım bozulmuştu.
Caddeden geçmenin zor
olacağını söyledi. O yüzden üst geçidi kullanıp geleceğini söyledi, söylemiyle
yanıma gelmesi arasında geçen süre üst geçidin uzunca basamaklarını
düşündüğümde şaşırtıcı derece hızlı gelmişti. Sanki koşar adımlarla gelmişti
geçen yılların kaybını çoğaltmak istemediği için.
Oturdu, bir çayda ona
söyledik. Büyümüştü, on sekizinde tanıdığım haliyle değildi. İki yıldır
gördüğüm haliyle değildi. Son gördüğümde taktırdığı diş tellerini bile
çıkartmıştı. Yüzü yirmi üç yaşının ve yaklaşık altı ay sonra alacağı üniversite
diplomasının yorgunluğunu yansıtıyordu. Hala güzeldi.
Her sorumda dâhil olamadığım
hayatını sorguluyordum. Oysa sevgiyi, sohbeti, hüznü, sevinci çok iyi
yansıtmayan parmak uçlarının dokunduğu tuşlarda geçirdiğimiz çok zaman olsa
bile teknolojinin verdiği monitörlerde, hangi tuş daha etkili olabilirdi ki
sıcacık bir gülüşten ya da konuşurken değişen yüz ifadesinden. Konuştum durdum,
dinledim sustum. Anlamı vardı, anlaşılıyordu, masanın üstünde soğuyan çay
bardakları ve ısınan sohbetin. Gözlerinde dile getirdiği uykusuz geçen
gecelerin yorgunluğu, dilinde beni anlama çabasının acemiliği ve hiç
tamamlanmayacak cümleler zamanın asla yetemeyeceği. Bu, benim için dünyadaki en
güzel ve en hüzün dolu görüntü ve eğer tekrar gülecekse, sorularıma yanıt
vermekte zorlanınken şaşkın ifadesini yüzüne takınıp yanımda oturacaksa ben
beklerim.