30 Aralık 2013 Pazartesi

     Artık seni anlatmaya kelimeler yetmiyor, inan.  Ne zaman yazsam, umurunda değilim. Yine de vazgeçmek senden, mümkün değil. Onca zaman geçti. Üstüne yine bir kış daha geldi. Az kaldı yeniden başlamamıza. İlk konuştuğumuz günü hatırlıyor musun? Nereden hatırlayacaksın. 16 Ocak. Tarihlerle aram iyi değildir. Fakat unutmak ne mümkün. Güneşin yüzüme, kışın bir öğle vakti, inatla vurduğu yerde karşımda öylece durmak. Gözlerine, gözlerimde yer açmak. Unutmak mı? Aslında her yıl yeni yılı bu zaman yaşamak... Yokluğunun nasırlaştığını sanma, yaralı kalp daha çok sever, gideni. -Giden geri dönmese bile. Ve dönmeyeceksin.- Belki üzerinden nice sevdaların resimleri asılacak duvarlara. Yinede seni anma ayinim hiç bozulmayacak. Öylesine sevmedim. Geceyi, gündüzü sana adayarak. Ankara'nın her noktasına adını kazıyarak. Cam kırıklarına, yolda kirlenmiş araba camlarına, gazetelerin Ankara ekinde ki ilan sayfalarına varana dek. Nerede seni anmadığım bir sokak görsem, başından sonuna kadar bir gün el ele olmasak da inatla geçeceğimizi anlatarak. İnsan zamanda durmak istediği yere aittir. Loş ışıklarda geçirdiğim her geceyi senle, senden bihaber doldurarak. En son gökyüzüne ne zaman baktın. Ben bu gece... 'Yıldız kayar mı?' diye düşündüm. Soğuktu yine de aldırış etmedim. Baktım. Baktım. Baktım... Keşke bulutlar acısaydı da halime, sana giden yollara bir dilek tuttursaydı çekilip, bir tiyatro perdesi misali, yıldızları serseydi üzerime... Yine de bir dilekte bulunayım; "Unutma beni benden uzağa gitsen bile..."   

29 Aralık 2013 Pazar

Nereye gidersen git... Bir mevsim geliyor arkanda kuşkusuz. Sonra susmalarının o ağır yorgunluğu içinde konuşmak istemediklerini konuşup duruyorsun... Yine de aklında bir yerde beni bulursun. Gizliden gizliye anımsar, hiç bir şeyi değiştirmeden yoluna bakarsın. Sahi değişmeyecek gerçekler uğruna inatla hayatlarımızı yaşarken, ki zaten sen benden daha hızlı. Hatta o kadar hızlı ki şüphesiz takip edemiyorum senin gibi... Güzel günler gör çocuk, hak ettin... Ben yanlış zamanda toprağa dikilmiş fidanım. Köklerim epey zaman alacak yerini bulması için suyun. Sonra filizlenecek, büyüyecek ve çiçek açacak ve meyve verip çekirdeği toprağa düştüğü an yeni bir fidan doğuracak. Zamanı var çocuk. Bekliyorum huzurla. Sakin, acele etmeden. Çünkü başlangıcı güzel olacak umutlarımın. Yinede zaman... Birde zaman sana iyi baksın çocuk...

25 Aralık 2013 Çarşamba

Gelmiştin. Kuşkum yoktu. Karşımdaydın ve bana bakıyordu gözlerin. Her şeye inat gülüyordu yüzün. Baktın. Baktın. Baktın... İlk konuşan olmak istemiyordun ama bakışlarına kitlenmiş gözlerim, dudaklarımı hareket ettirmekte zorlanıyordu bedenim. Gülümsedin. İçten bir "merhaba" diyerek. O an söylemek istediğim onca şey varken. Merhaba dedim usulca. Benden daha heyecanlıydı gözlerin. Ya bulunduğun yerin mutluluğu yahut beni görmenin fedakarlığıydı bu halin. Bir kahve içmek için sunulmuş teklifimin evetle karşılanması güzeldi. Kahvelerimizi alıp gecenin karanlığında dışarda konuşmaya başladık. Bıraktığım gibiydi bakışların ve konuşman. Yine heyecanla anlatıyordun. Bu kez yaşayacaklarını değil, yaşadıklarını. Yine özleyeceğini söylüyordun geride bıraktıklarını. Bakışlarım sana kitlenmiş cevapsız izliyordum. Bu gerçek olamazdı. Birden ne değişmişti, anlayamadım. Etrafımıza o an seni tanıyan bir çok insan doluştu. Kelimelerin yarım kaldı yine... Gözlerin gözlerimin üstünde onların sorularını da yanıtlıyordun bana karşı gülmeni eksik etmeden. Sanki gitmelerini ve o anın büyüsünü hiç bozmak istemiyor gibiydin. Sen değil onlar ayırdı beni senden. Benden uzağa bir köşeye çektiler daha çok konuşmak için başkasını rehin alan gözleri yanlarına götürdüler...
Sabah olmuştu seni aramak için elimi telefona uzatmış, tam numarayı çevirirken arkadaşım aradı. Açtım. Nerede olduğumu sordu. Yanıma gelmesini beklerken seni aramayı da ertelemiştim. Daha rahat bir zaman çerçevesinde konuşmayı yeğlerim. Arkadaşım yanıma gelmişti ve dün akşam olan her şeyi anlatmaya başladım. Yüzünü şu an bile anımsayamadığım arkadaşıma. Bana baktı gülümsedi. Huzursuz bir gülümseyiş oldu. Rüya görmüşsün, saçmalama dedi. Rüya mı dedim. Uyandım. Ne senin bana gülümsediğin, ne de onun bana gülümsediği gerçeği vardı. Yine rüyamın için rüya olmuştun. Gerçekle ayıramadığım. Gerçeğin aslında o olmasını istediğim rüyam...

18 Aralık 2013 Çarşamba

Umuda Kanat Çırpmayı Bırakma

     Adımlarım eski bir tarihin yüzüne uzatıyor. Taş mektep sağımda Sanayi caddesinden aşağıya… Kedi Seven Sokağı ve içinde küçükcük bir kütüphane vardı bir zamanlar. Sessizliği yarım perdeli camından gülümserdi. Hayran hayran seyrederdim. Ankara’nın entelektüel insanlarının, şairlerin ve yazarlarının oturduğu o sokaktaki apartmanların her biri saray gibi dururdu karşımda. Eski Ankara’nın en gözde mekanı, şimdi terkedilmiş bir sokak adı. Sokağın bir ucu Atatürk Bulvarına, yeni yaşantının kuşandığı o uzun Ankara yoluna. Ulus, Opera, Kızılay, Bakanlıklar ve Tunalı’ya uzanan. Eski Meclis ne kadar da asil durur, başladığım zaman yolculuğa. Ulus Heykeli’nin karşısında duran caddenin boynunda inci kolye gibi… Mustafa Kemal’in ayak izlerinin binlerce kez toza bulandığı o hafif yokuş, 19 Mayıs stadına uzanan… Babamla Gençlerbirliği maçında kendimi bulmamı sağlayan. Oradan en sevdiğim yer, resimlerini belki yüzlerce kez çektiğim tren garı. Ne sevdaları, ne umutları, uğurlayan. Hüznü içinde saklayıp, sevincini de gizli gizli paylaşan, sigara dumanına yorgun bir vagon sesiyle eşlik eden o eski taş bina.

     Hatırlar mısın? Dosttum. Biriyle en son gittiğimde oraya sen vardın yanımda. Gözlerin yaşlı, babanı uğurlamıştık. Hani o akşam, ‘yalnız bırakma beni’ demiştin de öyle gelmiştim. Bu kez Tandoğan’dan geçmiştik taş binaya. Bir hüzünde sen bırakmıştın, yıllar önce benim bıraktığım gibi. Adana treninin durduğu 2. perona. Sonra bu kez statta değil de Sakarya’ya Galatasaray maçını izlemeye gitmiştik. Erkek erkeğe bir iki bira yuvarlayıp (içmek, yuvarlamaktı bizim deyimimizle) ve yanına pahalı geldiğinden az biraz meze (fıstık sadece) söylediğimiz o akşam ne güzeldi. Çıkışta değişmedi sen kokoreçe, ben yine köfteye. Acılı olsun... Yenilmiştik yanlış hatırlamıyorsam o akşam. Aslında sen ikince kez yenilmiştin dosttum, zaten benim yenilgimi de sayma, sözde Galatasaray tutuyorum ama futboldan zerre anlamazdım. Yinede senin bu kadar mutlu olman, kaybettiklerinin ağırlığıyla ölçülüydü. Sahi dosttum mutsuzluğu ne zaman öğrenecektin.  Kendini şarkılarda olduğu gibi martılarla bir tutuyor musun hala? Oysa kaç kez söyledim, hepimizin ayakları bağlı, uçurumdan kolay kolay düşemeyiz sonuçta. Özgür, olduğunu düşünmen boşa. Onlar bile bir simit uğruna, bağlılar kıyıdan kıyıya geçen vapurlardaki insanlara. Bu akşamda sen geldin ya aklıma, resimlerimiz karşımda umarım mutlu ve iyisindir oralarda. Kanat çırpmayı sakın bırakma. Sen bana bakma, bir gün aşacaksın okyanusu bu hırsla. Gün doğumunda parıldayan kanatlarınla. 

17 Aralık 2013 Salı

Aynı Şeyler

     Elimde olsa tabiki de seni sevmezdim, fakat elimde değil... Yarında seni özleyeceğim. Gölgeni görsem sarılacak gibiyim ne de olsa... 'Seni çok özledim' diyebilmek değil korkum. 'Bende seni özledim' diyememen. Anlatınca çok oluyorum biliyorum, susunca da çok ölüyorum. Çok geç oldu uyumalıyım. Fakat zahmet et üstüne al 'ÖZLEDİM' seni ve sadece rüyalarım da gelme. Çok mu fazla düşünüyorum seni, düşünmekten vazgeçiyorum oysa. Deniyorum, olmuyor. Böyle olduğunda uyuyamıyorum. Avazım çıktığınca bağırıp, deli gibi çırpınıp rahatlamak istiyorum. Çaresizim. Derdimi ve yalnızlığımı tek anlayan Tanrı. Zaten başka kim anlar ki... Ritmi hiç bozmadan seslenmelerimi yükselmiş avuçlarımın arkasında ona yöneltiyorum. Her cümlemde sana haykırıyor gibi olmasam, mutlu olabilirim belki. Hiç yoktan yakarışlarım zaman kazandırıyor, seni unutmaya. Sanki mümkünmüş gibi...
      Derken o an bir çıt kadar basit, plansız, bir şey oluyor. Kafamın içinde yine sen. Karşında ben. Yanında ben, arkanda ben, içinde ben. Kulaklarında benim sesim. Yürürken karşında ayak izlerim. Günün en vurdumduymaz saatinde benim kokum ve kanlı ellerim. Büyük bir kazanın içinde tek kurtulan benim gibi. Sonra kalabalıkların içinde sen, üşüyorsun birden Temmuz sıcağında. Sonra annemin elleri omuzlarımda, huzur geldi derken. Yalnız yürüyorum kaldırımda, Ankara ayazında, senin göremeyeceğin kadar uzakta. Bu bir çıldırış değil. Sadece Tanrı üflüyor boşluğuna. Daldığımda...

13 Aralık 2013 Cuma

Kısa Hayatlar, Yorucu Düşler

-Neden bazı kimselerin yokluğu, varlıklarından ummadığımız kadar büyük bir boşluk bırakıyor içimizde. dedi.

Günün ilk ışıkları yeryüzüne vurmamışken, böyle bir cümle neden kurulmuştu, kurumuş dudaklarının arasından. Bir kaç saniye suskunluğum, şaşkınlığıma bağlı olarak;

-Dünyada hiçbir şey sebepsiz yere olmaz, olacağı yoksa hiçbir şey olmaz. dedim.

Gözlerimin içine baktı...

-İlla olması gerekiyor mu? dedi.

-Geçmişe çok takılıp kalma, unutma ki insanın yaşamda en geç keşfettiği şey şimdiki zamandır.

-Yoruldum. Her seferinde kaybetmekten, her zaman sonunda yalnız kalacağımı bile bile başlamaktan yoruldum. Neden insanlar yaşayamayacağı bir sevgiye elini uzatır, yüreğini verir. Sahi yüreğini veriyor mu? dersin.

-Kim bilir. Çok aşık kadın gördüm... Çok acı çeken, çok sevdiğinden vazgeçmeyen. Bir çok kadın. Yorulmuş bedenleri gündüzleri inatla mutlu ama geceleri hep bir ağırlık taşıyor, kalpten uzanıp tüm vücudunu saran. Şarkıların, şiirlerin, filmlerin arasında anımsayıp ağlayan. Çok kadın. Senin gibi... Ve emin ol bir o kadar da erkek gördüm. Anlayacağın kadında erkekte seviyor. Hemde çok. Yüreğini veriyor mu ? diyorsan... Evet, elbette ama doğru zamanda yanlış insana. Yanlış zamanda doğru insana.

-Zaman mı önemli burada en çok anlamadım...

-Zaman. İnsanın bittiğini anlayamadığı bir zaman. Bu yüzden hayatta öyle seçimler yap ki; kazandığın şeyler, kaybettiklerine değsin. Vazgeçilmek olmak istiyorsan, vazgeçmeyi denemelisin, vazgeçemediklerinden. Bence artık uyumalısın. Gecenin yorgunluğu üzerine çökmüş. Uyandığında konuşuruz. Ne dersin?

-Pekala. Ama konuşacağız dimi...

-Evet. İyi uykular.

-Sanada...

1 Aralık 2013 Pazar

Farklılık

     İnsanlar yaşıyorlar, tadını çıkarıyorlar. Ben mi? Ben hep içiyorum, kafamın dikine koşup ne varsa mahvediyorum. Sizlerden çok farklı yaşıyorum. Her duyguyu en derinden. Sadece duygusuz olarak görüyorsunuz beni ya da aşırı duygusal. Bilemiyorum. Söyleyemediğim o kadar çok şey var ki... Küfür etmek istiyorum, anlamsız. Dünya yalnızlığımı bozmuştur. Ötekilerin üzerimde bıraktığı izler silinmez bir halde. Tanrım! Haykırıyorum sana. Gecenin içindeyim ve güneşin doğuşunu bekliyorum. Ölesiye haykırıyorum sana. Duy sesimi. Ne olur kalbimin huzursuzluğunu gider. Öyle huzursuzum ki... Mutluluğa sahip olabileceğime inanamıyorum. Sadece gece. Gece huzur veriyor biraz olsun. Sevdiğim ne varsa hepsi uyuyor. -Vazgeçmek istemediğim, acılarımın ve nefesimin kesintisiz acı olarak çıkmasına neden olan ne varsa uyuyor.- Bu yüzden gece bana kalıyor. Yalnız bana. Onları, olanları düşündüğümden bihaber uyuyorlar. Onlar acı, yinede seviyorum. Kuşkusuz akıl yürütmeye çalıştığım anda cümlelerim donup kalıyor. Kalbimin inlemelerinden başka bir şey duymuyorum doğrusu. Bir de gece aldıkları nefesi hissedebiliyorum onların. Uyurken daha masumlar. Öyle geliyor. Pencereden başımı sürekli çıkarıp, yıldızlara bakarken, sessiz geceyi bu yüzden daha dikkatli dinliyorum. Onlar uyuduğundan müziğin sesi geçtiğim zamana göre kısık. Biraz hastayım bu aralar. Burnum akıyor ve hafif öksürük. Boğazımda yanma. Grip sanırım çok aldırmıyorum. Bu durumda beni aldıran insanlarda yok. Kimse farkında değil nasıl olduğumun. Karamsarım evet. Her şey çok güzel olsun, mutlu bir yüz ifadesiyle dolaşan şımarık bir çocuk oluyum istiyorum. Olamadığımdan karamsarım. Karamsarım yazarken. Belki de gerçekten öyle olduğum için yazıyorum. Bilmiyorum, gerçek olan bir şey varsa şu ara hastayım ve ilaç almayı cidden sevmiyorum. Bu arada gün doğmaya başladı. Kalabalık bir ürperti sokaklarda yürüyor. Sesler artıyor ve sizi duyamıyorum. Güneş bu sabahta doğuyor. Kış ve soğuk halbuki. Kar henüz düşmedi kumsalın üzerine oturtulmuş kaldırım taşlarının. Yollar zifir siyahı. Hava soğuk. Unutmayın, eğer farklıysanız ve bu fark başkalarını rahatsız ediyorsa, düşlerinizde bile kendiniz olamazsınız. Günaydın...

28 Kasım 2013 Perşembe

Yalnız, Bir Dost Edindiniz

     Ne güzel şeydir, iyi şairlerin dizelerini okumak. Dahası kitapları elinize aldığınızda, her yanınızı sarıyorsa büyüsü. Yalnızlığınıza bir dost edinmişsinizdir. Öyle entelektüel yalnızlık falan değil! Saf, insan olmanın yalnızlığı, çağın tanık olduğu bir şairin ya da şairlerin yaşam karşısındaki yalnızlığını, zaman zaman çaresizliğini ama tüm bunlara rağmen hala bir şeyler yaptığını gördüğünüz yeni dostunuzun isyanlarını okuyorsunuzdur.

     Yalnız değilsinizdir artık. Yalnız olabilmeyi beceremediğinizin farkındasınızdır artık. Zaten gelse ne değişecekti ki? Sizi hatırlayacak mı? Hatırlasa da sevinecek miydi gelişinden? Gözlerinin içi gülecek miydi? Hiç konuşmadan 'ben de seni özledim' diyebilecek mi? Hayır, değil mi? Öyleyse hiç gelmemesi daha iyi. Böylesi daha iyi... Yalnızlığınız sizi anlayan satırları okurken paylaştıklarınızla daha iyi... Böylesi güzel, karşılıksız ve saf...

     Fakat yapamıyorsanız bu yalnızlıkla, gün oluyor unutabilmek için bu şehirden çok uzaklara gitmek istiyorsanız. Sokaklar, evler, caddeler, vitrinler size hatırlatmasın diye daha uzaklara kaçmak istiyorsanız. Hiç durmayın, kapatın elinizde ki kitabı. Kurun hayalini kaçmalarınızın ve çıkın yollara yalnızlığınızı yanınıza katıp. Çünkü; biliyorum nereye gitseniz, ne kadar kalabalık bir şehrin sokaklarından geçseniz elbet yalnız kalacağınız bir çok an sizinle beraber gelecektir. Kitabınızı arayacaksınız o an. Bırakmıştınız hani giderken. Daha doğrusu kaçarken. Yani sizi karşılıksız anlatan ve anlattıkları kendi hüznü olan saf dosttunuzu arayacaksınız. Belki uzun bir zaman sonra, belki de kısa bir an. Biliyorum arayacaksınız. Şimdi, hiçbir tutkunun, o tutku kadar içinde taşıyan kişinin yapısını değiştirecek kadar güçlü olmadığını biliyorum. Yalnızlık her an yaşanılacak, kuşkusuz kaçınılmayacak bir duygu. Ölünebilir, yine de değişmez. Çünkü insan yalnız ölür, öldüğünü bilemez...

24 Kasım 2013 Pazar

Unutmak

     Unutmanın acısı, ayrılığın acısından farklı. Ayrılık; umuda yakın, unutmak iç sıkıcı; sıkıntılı. Yani birini bir şeyleri unutmaya mahkum olduğunu bilmenin verdiği gönül darlığından bahsediyorum. Birini yavaş yavaş unuttuğunun bilincine vardığın anlardan. Yaşanılan geçmişinin alakasız hayallerle karışmasından bahsediyorum. Belki de neden bahsettiği bilmiyorum ve sadece üzüldüğümü hissediyorum. Üzüldüğümü. Sanki dibi olmayan bir kuyuya indiriliyormuşum gibi her an daha derine, biraz daha karanlığa gömülüyorum. Batıyorum. Eski fakat epey kazanç sağlattırmış bir balıkçı teknesi gibi...

     Bazen sinirden mi gözlerim doluyor, sevgiden mi, özlemden mi, bilemiyorum. Alışkanlıklar işte deyip geçiyorum. Büyümenin bedelini epeydir uzattığım saçlarımda, ağaran sakallarımda, kırışan ellerimde ve yorulan bacaklarımda değil, hüznün bıraktığı hisle öğreniyorum. 'Sonuçta sevilen her kadın güzel bir şarkıdır, bütün sözlerini hatırlayamazsın belki ama melodisi aklında kalır.'

     Öyle ya... Bir gün öleceğim ve hayat devam edecek. Çünkü ben ilk bakışta aşka inanırım. Delice geliyor evet. Tanımadığın birinin gözlerinde o hissi görebilmek ya da hiç konuşmadan ona karşı sevgiyi hissedebilmek. Delice evet, evet... Delice. Akıllı olduğumu söyleyen olmadı zaten. Akıllı biri olsam sevmezdim, aklı yoranı. Aşk böyle bir şey akılsız yapıyor insanı... Fakat müthiş derece üzgün olduğum halde, duygularımı saklamayı iyi beceren centilmen bir insanım. Centilmen; birinin zihninde en iyi haliyle yer edinmek için tutkuları olan adam. O benim. Size de inandırıcı gelmediğini biliyorum. Bana da pek gelmiyor ama öyleyim... Öyle hissediyorum diyelim.

     Neyse... Karşılığında büyük hakaretlere de uğrasam. Karşımdakinin bir kalbi var belli ki, hakaret edebiliyor kemale erdiğinde. Susarım centilmenliğimden. İnandığım bir takım değerler olmasaydı giderdim çoktan, duyduklarıma aldırmadan. Dinlemeden. Ama dibindeyken, bütün dünya bana sırtını dönmüşken, beni hala ayakta tutan şeyler var çok şükür. Ne mi? Sevginin bıraktığı hüznün sahibini görmek gibi...

23 Kasım 2013 Cumartesi

     Bir sabah uyanır uyanmaz, koyu bir kahve koyarsın. Küllüğü boşaltıp, bir sigara içmek için yeni bir paket açarsın. Eline telefonu alırsın. Aramak için sevdiğin insanı. Ezberinde tutmayı alışkanlık mı edindin bilmezsin ama numarayı bir çırpıda çeviriverirsin yavaşça tuş seslerinin çıkardığı gıcırtı altında. Elin bir türlü uzanmaz arama tuşuna basmaya. Bu sırada kahven bitmiş yenilemek için yerinden kalkarsın elinde hala çevrilmemiş numaranın yazılı durduğu bir telefon. Kahveni yeniler, bir sigara daha yakarsın. Gözlerini dikmiş saatlerce ekrana bakıp durduğunu, zamanın nasıl geçtiğini ancak boşalttığın küllüğün üzerine açılan yeni bir paket sigarayla fark edersin. Arayamamışsındır. Arayamazsın. Gece olmuş. Yalnızlığınla ne kadar güzel vakit geçirdiğini anlarsın... 

22 Kasım 2013 Cuma

Delilik

güç bir insan, yıldızlar gece.
kayıpların son adresi ölüm, durduğun yer hayat.
ve başkalarından istediğin aşk...
dokuzuncu gün diye bir şey yok,
çünkü sekiz olmadı asla.
hep yedi de kalan rakamın,
benim uğurlu sayım olması saçma.
dudaklarımı büzdüğüm doğrudur, anlamayınca...
ya da şiir okurken yanıldığım, satırlarında.
müzik severim, iyi bir müzisyenin parmaklarında.
romanlar! Ah o gizemli dünya,
dost mu sanırsınız kahramanlarını, anlamam.
hiç o kadar asi olup oynadınız mı mizahı?
'mizah mı?' dedim. Dramdı oynanan, bu gece tiyatroda.
sanatı, dünyanın her yerinde incelik sananlar...
anlatın, da Vinci'nin mirasını bana,
ta Ortadoğu'ya uzanan çoşkuyla.
Romeo ve Juliet gibi efsanevi olsun cümleleriniz,
Shakespeare utansın anlattığınızda...

16 Kasım 2013 Cumartesi

Beklemek

Beklemek,
Bir insanı beklemek.
Beklemek, çocuksu bir yüzle,
Elin yüzün çikolata lekesi içinde.
Beklemek yavaş yavaş büyüyerek,
Ay ışığında oturmayı öğrenerek.
Beklemek, kuşkusuz...
Sade kahve kokusunu hissederek,
Bir yıldızın kayışını seyrederek,
Dilek tutmanın ne olduğunu öğrenerek,
Beklemek...
Bahara kadar, kışa kadar, yaza kadar,
Gelmeyeceğini bilerek beklemek...
Beklemek arkadaş!  Bıkmadan,
Usanmadan, sormadan, yorulmadan.
Beklemek,
Gün doğumunda sıcak çayını henüz yudumlamadan
Yeniden karşılaşırım diye;
Her gün güzel elbiselerinle sokağa çıkmadan...
Beklemek, unuturcasına,
Hayallerinde o sesi duymaya çalışırcasına,
Yürüyüşünün, konuşmasının taklitini yaparak kaldırımda,
Beklemek, bir kasım sabahından,
Diğer bir kasım sabahına.
Beklemek...
Kim bilir haberi hiç olmadan,
Yalnız, kendi dünyanda,
Beklemek, uykusuz...
Her okuduğun kitaptaki karakterlerde,
Hep aynı ikiliyi oynayarak,
Yani beklemeyi ve bekleneni oynayarak,
 Masallara inanmadan masalları örnek alarak,
Beklemek,
Uzakta çalan bir müziği duymak için kulağını o yöne uzatır gibi,
Heyecanla, susarak, son konuşmayı onun gözlerinde yapmak,
Beklemek! Kadim dosttum...
Hiç gelmeyeceğini bile bile
Beklemek...

12 Kasım 2013 Salı

     Sonra... Herkes gittikten sonra, tekrardan geri döndüm aynı yere. Hava kararmıştı, etrafıma baktım kimse yoktu. Sanki bir kaç saat öncesine kadar o kalabalık orada değilmiş gibiydi. Onca insan nereye kaybolmuştu. Sessizlik... Sessizlik, öyle bir çökmüştü ki karanlık içine, dikilen ağaçların hepsi bırakılan hüznü anlatıyordu gökyüzüne... Yıldızlar fazla belli olmuyordu ama onlara da bir şeyler anlatabiliyordu karanlık. Ve o kadar tanımama rağmen. Belkide bir yada iki kez gördüğüm bir kaç kez konuştuğum o insan. O yapılanları arkadaşlarını, ailesini, sevdikleri ve onu tanımayan insanları izlemiş. Herkes gittikten sonra onun adına dikilen ilk ağacın yanına gelmiş gülümsüyor gibiydi. Gülümsüyor gibi. Hafif bir ürperdi geldi içime, biraz esinti. Gündüzün verdiği ağırlık üzerimde yoktu. Bambaşka bir ağırlık yerini almıştı. İnsan... İnsan hiç tanımadığı ve bir daha göremeyeceği bir insanı sever mi? diye düşündüm... Seviyormuş. Öyle ya henüz yirmi iki yaşında bir umut gözlerini kapatmışken dünyaya, yerine binlerce fidan gökyüzüne ulaşmak için köklerini toprağa salmış uzuyordu. Bunun için yüzlerce onu seven insan orada toplanmış, onların daha çok uzaması için ele ele vermiş, uğraşıyorlardı. Bazen gözyaşı bazen gülümsemeyle. Güzel bir gündü gerçekten. Kaleme dökülecek kadar, anısı kalacak kadar güzel bir gündü. Bu yüzden yazıyorum bugün. Belki bir kaç kişi okur ve o anı. Böyle güzel bir anı kelimelerle de yaşatmak güzel. Onlarca seveni, onlarca değer veren ve belki de onu tanımayan bir çok insanın onun için dünyanın en güzel şeyini yapıyor olması... Ölümünün üzerinden dört ay geçmişti ve hala dökülen gözyaşları, yanında onu hissetme arzusuyla yanan bir çok insan, onun gidişinin ardında ki değeri yaşatıyorlardı... Ne kadar güzel, ne kadar güzel hala sevebilmek. İşte! bu dedim. İnsanların için hala bir umut var. Çok! Çok güzeldi...
     "Mekanın cennet olsun. Çok güzel dostların var. Herkes seni çok seviyor..."
                                                                                                                                        12.11.2013-Salı

Not: Ankara Üniversitesi Rektörlüğü üzücü bir trafik kazası sonunca yaşamı yitiren Matematik Bölümü Öğrencisi Meltem BAYKAN'ın anısına üniversitemizin Tandoğan Yerleşkesi'nde ağaç dikme etkinliği düzenlemiştir. 

10 Kasım 2013 Pazar

Gecenin Sabaha Armağanı

     Hiçbir şey uykusuzluk kadar zor değildi. Sanki tüm gezegen terkedilmişcesine yalnız hissediyor insan kendini. Unutmak istediğin ne varsa, hani zamanla geçer dedikleri var ya. İşte! Geçmiyor, anlıyor insan. Geceyi bir kez geçirdiğinde yalnız. Yürek ister unutmak, zaman avutmak için kendince bulunmuş bahanedir. Hatıralar unutulmaz. Yaşanılan en güzel şeydir onlar. En zor olanı da nedir biliyor musun? İnsanın kendi kendine teselli etmek zorunda kalması. Bütün gece canının çok yanmasına rağmen, bir de üstelik umursamıyormuş gibi yapmak zorunda kaldığından, kendinden nefret etmene neden artık zaman.
     Mutluluk mu dediniz... Sizi duyabiliyorum. "Neden mutlu olmamak için çabalıyorsun" diyorsunuz. Haklısınız. Mutluluk, sekiz harften oluşan bir aldanışken. Mutluluk, bir kibrit çöpüdür ne kadar yanarsa. İşin kötü yanı belki de bundan bir kaç yıl sonra bu yaptıklarımdan pişman olacağım. Sanmıyorum ama, birini aklından silebilir ama onu kalbinden atmak başka hikayedir dosttum. Her şey, herkes olabilirsin ama bu durumdan kurtulamaz insan. Yaşayacak son günün bile olsa, onunla geçirmek istersin onuda.
      İhtiyacım olan tek şey 'aşk' evet. Acıttığının ne kadar farkında olsam da vazgeçemiyorum. Hayal kurmaktan bile. Hep yapılması gereken çok şey olduğunun farkındayım bende. Yine de hiçbir şey yapmak geliyor içimden. Seni düşünmekten başka bir şey yaptığım yok. Gerçekten neler yapıyorsun son zamanlarda. Yaşadıklarını bilmiyorum ama yaşayacaklarına yine ortak olmak isterim... Nasıl sevdiysem, öyle kaldın sen. Bilirsin herkes aynı sevmez. Kimi gururunun yettiği kadar, kimisi de ömrünün yettiği kadar... Neyine bağlandım gerçekten bu kadar. Beni ağlatan sözlerine mi? Yoksa benim olmayan kalbine mi? Sil baştan yaşama şansım olsaydı eğer, oturup saymazdım eski yanlışlarımı, rahat bırakırdım yüreğimi. Bağırsam duyar mısın beni? Haykırsam? Nasılsa duymazsın... İçimde cesetler ve daha ölmemişler var. Eskisi gibi değilim ama bir mesajınla hiç bir şey değişmez yani. Geçmişi değiştiremeyiz biliyoruz ikimizde fakat gelecek daima elimizde. Hatırla demiyorum geçmişi de, unutamazsın zaten kolay kolay. Beni iyi hissettiren insanlar bağımlılık yapıyor bende. Sana bir sır vereyim mi? Senden vazgeçtiğim gün, bana aşık olacaksın. Sana şiirler, hikayeler yazan bu adama. Kendini kandırmak işte böyle. Ne tuhaf değil mi? İnsan bir kez geliyor şu dünyaya... Ama başka birisi alıp dünyasını yıkıveriyor bir anda. Verilebilecek en güzel cezayı veriyor bir de üstelik; 'görmezden gelmek'. Bilirim en iyi arkadaşını kaybetmek, hayatı kaybetmek gibidir. Fakat, insan meyvenin çekirdeğini içinde taşıması gibi ölümü de içinde taşımaktadır. Elimden bir şey gelmiyor deme! Avuçlarında ne dualar gizli. Unutma! Tanrı baş edemeyeceği şeyler vermez insana. İnsan bir kuyuya düştüğünde, itenin ne önemi var ki? Onu en çabuk dibe götüren kendi ağırlığıdır oysa.
     Ve ben; bir şeyleri özlediğimi hissetmiyor olmak istedim. Seni sevmek gibi büyük işlere kalkıştım. Ne kadar yazsam da yazayım, beni anlayacağın kadar anlayacaksın. Bana dünyada en çok neyi sevdiğimi sorsalar, seni diyecektim... Ne kadar kaçmak, uzaklaşmak arzusu ile dolu olsam da o kadar da bağlanmak, kalmak, bağdaş kurup oturmak istiyorum. Çünkü yüreğinde hissedersen, mesafe yoktur.
     Ve seninleyken, daha iyi biriymişim gibi hissettim. Daha mutlu. Daha az yalnız. Daha az kimsesiz. Sende öyleydin o zamanlar. İnanmıştım. Devam ettim mutlu olmaya. Senin bir havan vardı. Güzel olan. Sen, inanmak istemiştin mutlu olduğuma, sevdiğime. İnandırdım, zarar geldiğinde gün bize. İnandırdıklarımın beni daha çok yaralayacağını bilmeden. Gerçekten saftı duygularım. Gümüş renkli altın kadar saftı. Üstüne susmalarının verdiği yorgunlukta eklenince bir gün. Ben seni kaybettim. Sen kendini. Sonra hayatını. Sonra en sevdiğin insanı. Sonra değişmeyi. Sonra. Sonra. Birbirini tanımayan, sadece saygı duyduğunu hissettiğin iki insan olana kadar öylece devam etti. İkimizde yaralıyız. Benim yaralarımın çözümü yıllar sonra düzelir gibi hissetsem de senin yaranın yanında. Yine de konuşmak zorunda hissediyorum, yazmak zorunda her nefes alışımda, her kağıt tutuşumda. Üzgün olduğunu sanma ki hissetmiyorum. Kızma yineliyorum. Kızma. Aklımdan atamıyorum. Kızma bana, bak ne kadar çaresizim. Sana her aşık olduğumu anlattığımda...

8 Kasım 2013 Cuma

DüşümKara, DüşümÖzlem

     Düşüncelerimi anlatan kelimelerin git gide anlamsızlaştığını fark ettim. Kelimeler her anlatılmak istediğimden uzak kalsa da, her şey anlam kazanıyor gün geçtikçe. Aslında yokluğuna alışıyor gözlerim. Ne kadar aklım seni görmeyi istese de. Duymak istesem de sesimi. Dokunmak istesem de biraz olsun. Uzaklarda bir yerde beni izlediğini bilsem de. Yani öyle olduğunu düşünsem de. İşte görememek seni, alıştırıyor insanı. Kurduğumuz kelimeler. Beraber yaşadığımız onca gün, hatıralarla fotoğraflarda kilitlenmiş öylece duruyor zaman. Bakıyorum ara sıra... Sanki hiç tanımamış gibi gelse de yüzün. Duymasa da kulaklarım dudaklarından dökülen nağmelerin bıraktığı sesi.  Aslında tanıdığım en büyük hüzün. Zaman her şeyin ilacı diyorlar ya doğru gelmeye başlıyor. Biliyorum hiç bir anlamı yok yokluğunun ama nefes almak zorunda kalıyorum, yanına geleceğim günün hayaliyle burada. Yaşamak ne garip şey diyorum. Yaşamak sevdiğinden uzakta. Yaşamak hiç anlamı olmadığı halde diyorum. Yaşamak alabildiğine özlem olurken. Yaşamak bir insan gibi seni özlerken, isterken, severken...
     Biliyorum sende sürekli onu düşünüyorsun. Kafandan atmak istiyorsun ama bir türlü atamıyorsun. Atamazsın. Özlüyorsun. Bir an. İşte! o zaman geldiği an. Mesela okuduğun bir kitapta henüz kapağını yeni açmışken giriş cümlesinde birdenbire satırlar siliniyor ve onunla en son yaptığınız şeyler geliyor aklına. Duraksıyorsun... Gözlerinin önü buğulanıyor. Hüzün göğsünün üzerinden yüzüne ulaşıyor ve göz kapaklarından dışarı çıkıyor. Ağlıyorsun ya da ağlamak artık kolay olmuyor. Başa dönüp yeniden okuyorsun en son okuduğun satırları, bu kez en son gittiğiniz mekandasınız. Gülümsüyorsun o an. Hissediyorsun yanında hayalini. Biliyorum ne yaparsan yap, hep o var aklında. Değiştiremezsin bu gerçeği. Bu gerçek çok güzel. Böyle yaşamak zorunda olman gerçekten güzel. Bir şeyler yapmaya çalışıyorsun bu yüzden. Sevmek bu işte. Elinden gelen ne varsa. Seninle beraber aynı şeyleri gören deneyen insanlarla beraber bir şeyler yapmak. El ele... Sanki her yaptığın şey de acısını biraz olsun dindirmek için bir şeyler yapmaya devam etmek. Dinmeyeceğini bile bile. İşte bu kaybetmenin verdiği özlem. Dayanılmaz. Kimse dayanamaz. Fakat durup düşündüğünde yinede mutlu olmalısın. Senin kadar seven bir çok insanı gördüğünde onu. Sürekli onu yanında hissettiğin anlar vardı ya... Kıskanmaz isen arada bir hayalinde onlara da yer açmalısın. Çünkü onlarında dalıp giderken ki hayalleri seninle aynı. Özlem herkeste. Özlemin sadece yapısı farklı...

3 Kasım 2013 Pazar

Yani Olmuyor

     Nedense gülümsemedim...
     Kendi ütopyamı tamamlayayım ve içinde boğulayım istiyorum. Kurduğum dünya, bulunduğumdan daha güzel çünkü...
     Bir yazar, yazacağı yazının bir sonraki satırı kadar vardır... Geride kalanlar bir bok ifade etmez. Eğer sonraki satırı yazamazsanız, insan olarak ölmüşsünüz demektir... Diğerlerinden bir farkınız olmaz. Sade. Bir hiç. Mürekkep döküldükçe kağıda, bir de gece ise gün. İşte sihir bu. Bu mükemmeldir. Ölümü yenebilirsiniz artık. Anlıyor musunuz? Aslında körüz ve kör hayatlarımızı yaşıyoruz. Şairler lanetlenmiştir ama kör değildirler; meleklerin gözleriyle görürler hayatı. Dip not: "Sakın bir şair sevme, yazmak için seni terk eder!"
     İçki yasağı yüzünden alkolik olanların sayısı gitgide artıyor sanırım. Sadece yasak şeyleri yapmak ister insan çünkü. Bunu tüm o. çocuğu idareciler anlamalıydı şimdiye kadar. Neyse ki bir sigara yakmak kolay. Bir çağ önümüzde ve belli bir saatten sonra uyuşturucu almak, alkol almaktan daha kolay. Nereden geldik bu konuya bilmiyorum ama. Gerçekleri söylemeden edemiyor insan. Düşündüğüm bir şey daha var aslında; Sevmenin simgesel olarak da, gerçek olarak da acıdan başka bir anlama gelmediği... Bu benim düşündüğüm, kendinize yontmayın. Mutlu ediyorsa bu konu, takılıp bana kızmayın yazdıklarımda...
     Yorgunum aslında, tek istediğim yüzümü onun kucağına koymak... Başımın üzerinde dolaşan elini hissetmek ve sonsuza dek öyle kalmak.Ve ya bir zamanlar yazdığı iletiler telefonumda işte, onları okumak. Nasıl okuyabileceğimi aklım almıyor yeniden. Bir göğüs havayı solumak için böyle nasıl daralıp genişliyor bilseniz. Aklım almıyor, ondan nasıl uzak kalınır, aklım almıyor. Aklım cidden almıyor... Onu ne zaman uyurken hayal etsem, affediyorum.... Bende tarçın, sende ıhlamur kokusu yürüyoruz başkentin sokaklarında. Hatırlıyor musun? Hatırlamazsın elbette. Çünkü en çok bu hayalimi seviyorum.
     Fakat, bu dünyada ne varsa bana karşıymış gibi bir hisse kapılıyorum sürekli. Sorun değil ben dünya denen şeyin varlığı konusunda bile şüphe içindeyken, gerçekten sorun değil...
     Neyi neden yaptığını bilmeden, ölüp gidiyor zaten İNSAN bu hayatta....

30 Ekim 2013 Çarşamba

     Şimdi daha iyi anlıyorum. Bazı kadınlar ilişkilerinde, karşılarında sevgili değil de psikolog arıyorlar. Bitmeyen dertleri, melankolik halleri... İstiyor ki erkek tedavi etsin, erkek durmaksızın dinlesin onu. Ah! Şimdiye kadar uzman bir psikolog kadar dert dinlemişimdir, hey gidi hey. Bu kadar derdi nasıl kaldırdım şaşıyorum kendime onca zaman. Düşündüm de ne çok derdi kendime yer edinmişim fakında olmadan... Aslında bir kadın, erkekten çok güçlüdür. Yinede erkeğin gücü, kendisine huzur versin ister. Sonra, dönüp geriye baktım, artık hep dinler olmuşum birilerini. Dinledikçe yalnızlığımı daha çok hisseder olmuşum. Onlar sürekli bir şeyler anlatmış. Yinede yetinmemiş ve yaşamayı istemişti. Hemde benimle... O özgürlüklerini kimseyle paylaşamamış, düşüncelerinin gerçekliğini kimseye anlatamamış kadın. Gün geçtikçe, yaralarını tedavi ettikçe, konuşarak anlaşamaz olduk. Bu yüzden gidince kadın, ben yine anılarımı yazmayı tercih ettim, o hiç okumadı. Yalnızlığımı sokaklara bıraktım bende. Kendi kendime anlattıklarımda yetinmedim. Bende serserilerin yanında konuşmaya başladım. Konuştukça rahatladım, çünkü artık bende bir serseriyim. Kanun sevmezdim, ahlak sevmezdim, din sevmezdim, kural sevmezdim zaten. Toplumun beni şekillendirmesinden hoşlanmazdım. Yinede toplumu dinlemekten kaçınmazdım. Midem ağrıyor diyorum bazen. Çok içme diyor bazı insanlar. İçtim yine... Ağrıyor. Hiç olmazsa kafam güzel. Hiç olmazsa unutuyorum...

27 Ekim 2013 Pazar

Bir gün bir yerde şu sözü okumuştum. 'Birinin yanında olmak ve onun seni bırakmayacağına güvenmek cesaret gerektirir.' Korkma benden, gidiyorum. Yakın değilsin biliyorum, göremezsin. Masum değiliz hiç. Oyun bitti. Aslında oyun çoktan bitmişti. Yeniden oynamak için yalvarıp duruyordum sadece. Oysa kurallarını bile doğru dürüst öğrenememiştim. Kısacası kendimi kandırmanın anlamı yok. Karanlıkta düşler kurmanın anlamı da yok. Sonuç olarak; sen bana erken geldin, ben sana geç. Yinede ara sıra gözlerim öyle boşluğa dalmıyor değil. Düşünmekte suç değil ya, ki bu ülkede düşünmekte suç öyle değil mi? Ne mi düşünüyorum? Anlatamam. Belli mi olur cezası belki büyük olur. Cezalara alıştım ama bunun cezasına dayanamam. Ağlamayı bile beceremiyorum artık. Derdimi hiç anlatamam. Zaten ne yazacağımı bile bilmiyorum. Ben neyi biliyorum...

26 Ekim 2013 Cumartesi

Özleme Dair

     Özlem, Özleyen, Özlenen, Beklenen ve Gitmek… Beklenen daha gelmemiştir; özleyen ve özlenen artık gitmiştir. Özlemek iste görme yeteneğini kaybemeden, görememek. Yani özlem görmek istediğini gidip görememen, gidip görmek istemen, yine yeniden ve tekrar tekrar görmek istemen, yine de görememen...
   
     Özlem nasıl mı belli eder kendini? Özleyen olduğu yerde kalır. Özlenen görülmeyecek kadar uzak kalır kalabalık olmasa bile yanı. Fakat özlenen de dönüp bakar arada bir hala geride mi duruyor diye özleyen. Çünkü özlenen bilir özleyenin geride kalıp beklediğini kendisini. El sallar mı bir gün özlenen özleyene. Özleyen zaten durmaktadır...

     Özlem içinde kesindir, yoğun, duru ve dopdolu... Ya özlenen tamamiyle görünmez mi olur. Yoksa görüş alanına ters mi olur. Özlenen dedim ya bir kez el sallasa uzaktan, ne olur...
Ya bir gün özleyen yavaş yavaş yorulmaya başlayınca... Özlenen iyice uzaklaştığında. Geriye bakmadan özleyen, yavaşça, zaten özlem doruk noktasında, özlenenin hiç ummadığı bir anda usulca gitmeye kalkınca özleyen...

     Özlemin içeriyi gitmiş olmaksa ve gitmeden önce bir yerde bulunmaksa ne fark eder özleyeninde gitmesi bu koşulda... Özlenen gibi özleyende usulca uzaklaşmıştır artık boşlukta... Gitmenin fark yaratmadığı -özlem boşluğunda- İkisi birden gitmiştir artık kısaca...

     -Özlem, gitmiş bir durumdadır.­-

     -Özlem, durmuş bir gitmedir…-

     -Özlem, birdenbire her şey.-

     -Özlem, yok olmaktır.-

     -Özlem, hep yeniden...-

23 Ekim 2013 Çarşamba

     Yine bir akşam oturmuş sahilde içiyordum. Şehir ışıl ışıl. Burnumda tertemiz deniz kokusu. Biraz tuzlu, biraz yosun dolu. Ağzımda bira kokusu. Kulağımda dalga sesi. Yalnızım. Tenime değen rüzgar olmasa daha bir çekilmez olurdu yalnızlığım. "Nasıl olur?" diye sormuyorum kendime. Sorsam da "Demek ki olabiliyormuş..." deyip geçiştiriyorum zamanı. Düşünsene, uzun zamandır yanlış yerler, yanlış insanlar, yanlış dostlar, yanlış aşklar ve olmaması gereken kalp kırıklıkları, biraz hüzün belki ağladığın bir kaç gece. Sonbahar, kış ve yine yaz. Bazen öyle bir yalnız hissediyorsun ki kendini, belini bile doğrultamaz hale geliyorsun. Öyle acıyor ki göğsün, sanırsın ki her nefes alışında biraz daha ciğerine batıyor kaburgaların. Yanlış geçip gidiyor yanında, yoluna pusulasız bir sandal gibi yalnız ilerliyorsun uçsuz bucaksız okyanuslara, düşünebiliyor musun? 
     Bir ses dalgınlığımı bölüp atıyor beynimin içinde. Dönüp bakıyorum. Siyah pantolon, kırmızı bir pardüse ve başımı yukarı kaldırdıkça kahverengi düz saçları ve hafif küçük gözleriyle bana gülümseyen bir yabancı. 'Pardon' diye yineliyor sözünü. Gülümsemesine takılan gözlerim dudaklarıma komut veriyor ve gülümsüyorum. Gülümsememden rahatlamış olacak ki. Fazla sigaram olup olmadığını soruyor. Paketimi uzatıyorum. Biranı paylaşmamız mümkün mü diyor. Gülümseyerek. Bir yudum daha alıp uzatıyorum şişeyi. Gülümsemesi yine aynı. 'Oturabilir miyim?' diye soruyor. Otur diyorum. Yanıma oturup ayaklarını benim gibi denize uzatıyor. Yine gülümseyerek soruyor... 
     -Okuyor musun?
     -Hayır. Bitireli epey oldu.
     -Nerede okumuştun?
     -Ankara. 
     -Ne tesadüf bende Ankara'da okumuştum.
     -Zaten, Ankara'da ya okunulur ya da aşık olunur...
     Dönüp bana baktı o an. Biradan bir yudum daha aldı. Dudakları, dudakları bu kadar güzel olamazdı. Gülümsedi. Sustu. Yutkundu. Ayağa kalktı. 'Belki Ankara olmasaydı, daha iyi olurdu...' dedi. Gitti...

20 Ekim 2013 Pazar

Merhaba Yine Ben

     Merhaba yine ben. Hani şu uzun süredir kendi içinde bir şeyler yazmaya devam eden delikanlı. Belki bir gün birileri tarafından keşfedilmeyi bekleyen. Bu sefer ellerim boş geldim ve biliyor musun sana anlatacaklarım var. Üstüne giydirilmiş o tanrıça elbisesi hangi ütopyanın ürünüdür bilemem ama bizim dünyamızdan almadığın malum. Şunu bilmelisin ki senin tanrıça olduğun gün bende bir ateistim.
     Ölüm arkam sağım solum pardon yanlış oldu, ölüm arkam sağım solum. Aaa yine yanlış oldu, ölüm arkam sağım solum. Her neyse. Çokta önemli değil. Takılmayalım...
Nerede kalmıştık? Ha! "Merhaba. Yine ben."
     Dürüst olmak gerekirse aslında bir çok konuda dürüst olmadım, dürüst biri olmayan birinin dürüstlük kavramı üstüne dürüst olmaya çalışması ne derece komik. Ya da tek dürüstün ben olduğumu düşünürsek, benden sonra kalan herkes aslında değil. Kusura bakma saçmalıyorum işte. Dürüstlük aslında bu kadar önemli değil. Kim takıyor ki bu devirde zaten. Alabildiğince sahte kelimeler boğazlarında insanların dökülmeyi beklemeye hazır dudaklarında. Bak yine çok konuşmaya başladım.
     Ortalama yirmi metrekarelik odamda nefes alabildiğim kadarı ile susmaya çalışıyorum şu an ama elimde değil, dışarıda ki yağmurun bıraktığı soğukluk sokakta yaşayan insanların kaderlerinde ki o kötü durumu aklıma getiriyor. Sen nasıl Tanrıçasın diye düşünürken. Kendimin de bu durumda onları düşünmem için bir sebep görmediğim aklıma geliyor. Ama düşünmeden edemiyorum işte. Üzülüyorum. Hemde çok...
     Ve ben şunu istiyorum, yani bunu aslında başka istediklerim de var ama şunun olmasını çok isterdim.
     Her neyse…
     Bir martının üstüne atlayıp, kaçırıp buradan beni uçurmanı o kadar çok isterdim ki. Neden mi martı. Bilmem okudun mu sende daha önce hiç konuşmadık. Okumayı seven birisin ama kaçırmış olabilirsin o eşsiz Richard Bach'in martı kitabını. İstersen bir ara verebilirim okuman için. Çok eski bir basımı mevcut elimde...
     Ne diyordum... Hah işte! Yakalayamadığım huzurun peşine düşür beni. Martı'yı iyi kontrol et ve yola çıkmadan da yanına al bir kaç simit. Aç kalmasın hayvancağız. Beni Satürn'e kadar götürsen yeterli. Çok sıkıldım galaksimizde aynı yerde durmaktan. İnsanlar Dünya'da kıta değiştirip duruyor sürekli. Bizde bir farklılık yapalım. Beni bırak Satürn'e. Sonra sen istediğin gezegene gidebilirsin. Mesela Mars ama orada Marslı Canavarlar olabilir. Yanında olmadığım için seni koruyamam. İstersen benimle gel. Kırmızı pelerinimi yanıma aldım hem. Bu sayede çabucak kaçabiliriz canavardan. Çok canımız sıkılırsa gideriz Kripton gezegenine alırım seni sırtıma. Bırakırız martımızıda özgürlüğüne...
     Yine kaptırdım kendimi bak. Ne söyleyecektim ben sana. Dur. Dur! Yeniden Merhaba...
      Ben şu tıklım tıklım otobüs kadar bir yalnızlık içindeyim, uyumuş numarası yapıp yaşlı ve  hamile sessizliklere yer vermiyorum. Oturduğum günler aslında pek olmamıştı. Yine de bir gün bende yapmak isterdim. Bu kadar kötü olmaktan bir şey olmaz herhalde. Hep iyi olacağız değil ya...
     Bak yine ne diyeceğimi unuttum ya. Neyse...
     Merhaba yine ben ve beni özledin mi?

18 Ekim 2013 Cuma

     Sabahleyin uyanır uyanmaz aklımdaydın. Güneş yoktu. Yağmur sesi mırıldanıyordu kulaklarımda bu kez. Güldüm. Kalktım. Bunu anlatmaya sana geldim. Ne dersin? Bir kere duyursam hele güzelliğini, tadını... Sonra oturup hüngür hüngür ağlasam. Ne güç şey yabancılık seninle. Ne güç şey... Ölesiye yalnız,ölesiye mesudum ki. İçim kalabalık çekiyor. İnsanları çekiyor bu ara. Bu manasızlığın ortasında önce herkesi, sonra da seni, bilhassa seni düşünüyorum. Şuramda... İşte, şuramda öyle bir şey var ki, beni sıkıyor, anlayamıyorum. Kimseyi, hiçbir şeyi sevmemek için elimi, kolumu sallayarak kendimi derde çağırıyorum. Dünyayı yeniden kederle kuracağım herhalde. Gecenin karanlığı bana o kadar şey düşündürüyor ki, anlam veremiyorum bazen. Hatalarım, pişmanlıklarım, düşüncelerim içinde savaşıp duruyorum. Bir de özlüyorum... Benim özlemim geleceğim sanırım. Baksana bu sessizlik, bu karanlık, bir de sensizlik neler yazdırıyor bana. Öyle şeyler var ki içimde... Bunu ben bile bilmiyorum. İçimde bir şeyler korkutuyor beni. Beynimi tırmalıyor yaşadıklarım. Dünya böyle bütün hızıyla dönerken. Ne kadar yavaş gelse de bize... Yine de gece olduğunda kusura bakma, daha bi özlüyorum seni...

17 Ekim 2013 Perşembe

     İzin verin. izin verinde konuşayım. Denizi. Denizyıldızlarını, denize yansıyan ay ışığını. Sesi sessizliği. Karı, yağmuru, fırtınayı. İzin verin konuşayım. Kuşu, kelebeği, salyangozu, ağacı, patikayı. Akarsuyu, akar suyun sonunda ki pınarı. Güzü, baharı, yazı. İzin verin. Sevdayı, yaşlı bir kadından dinlediğim delikanlı bir türküyü. Bitki adlarını, taşı. İzin verin parıltıyla biçim verdiğim şiiri ve gövdem de çiçeklenen aşkı konuşayım. İzin verin. İzin verin...

15 Ekim 2013 Salı

Perde Kapanır

Güneşin batmasına az kalmıştı. Yarın güneş siyah ve sessiz olacaktı. Gece devam edecekti fakat yıldızlar parıldayacaktı ve hava gündüzleri olduğu gibi sıcak, hiç bir şeyin sesi çıkmayacaktı...
"Bu korkunç bir şey. Kendimi çok kötü hissediyorum. Seni sevdiğim için. Benim hatam mı? Hayır değil mi? Kimsenin hatası değil mi? Böyle şeyler olur mu?" Madem bu kadar normal bir şey olduğunu düşünebiliyoruz. Neden sonrasında bu yüzden birbirimizi yok sayacak kadar vurdumduymaz yaşayabiliyoruz. Öyle ya bunda da kimsenin hatası yok. Sadece ikimizden biri içinden geldiği gibi yaşıyordu.... Sessizlik. Zamanla etrafta ses duyulmayacak ve bizim seslerimiz de gidecekti. Yere bir şey düşürsek, ses çıkmayacaktı. Birileri ölecekti. Ölüm sessizliğin içinde yankılanacaktı. Öyle işte... Doğanın en acımazsız durumu. İnsanın en güçsüz olduğu an. Düşüncesi bile tüyler ürpertici... Sessizlik iyice çoğalacak ve bütün gözler ölümün üstüne yönelecekti. Kimin öldüğünü anlamak, yaşayan birinin gözyaşlarıyla belli olacaktı. Üzüntünün verdiği çığlık üzerine dökülen göz yaşları, kimin öldüğünü anlatacaktı. Teselli... Bir kelimenin yerini alacağı o an. Kimse. Evet... Evet... Kimse... Hiç kimse bunu kabullenmeyecekti. Yarın güneş doğacak, kötü bir rüyadan uyanmışcasına hayatın devam ettiğine inanıyor olacaktı. Gerçek böyle değildi. Terler içinde uyanılan bir rüya değildi, gerçek. Keder, kaderin içinde yer edecekti sonsuza kadar. Kelimeler ya da önceleri aynı şekilde yaşanılan her şey bu durumu düzeltemeyecekti, çünkü ölüm artık seni, beni, yanımızda olan birini sarmıştı. Kuşkusuz damarlarımızda gezinen kan kurumaya başlayacaktı o an. Beynimizin içinde ki çığlıklar, ses olmayacaktı dudaklarımızın arasından tükrüklerle boşalan. Canımız her geçen gün biraz daha fazla acırken, anılar gelecekti ve ardına gözyaşları dökülen. Sürekli yüreğimiz titreyecek ve farklı bir hisle uyanacağız doğan güne. Kimsenin bizi anlama çabası, bize yardım edemeyecek. Biz ne zaman güçsüz kalsak o vardı yanımızda çünkü. Güçsüzlüğümüzü, güçlü kılan o insan gitmişti. Sırada hayat, o yokken güçlü olmayı anlamak olacak. Onun bir yerlerde bizi izlediğini düşünerek yaşamaya devam edeceğiz. Onun öğrettiği güçlülüğü, ona ispatlamak olacak amacımız. O bizim farkında olmadığımızı sansa da toparlandığımız her an, kalpten ona gülümseyeceğiz. Onun bize gülümsemesi gibi... Unutmadan 'Ölümün olduğu bir yerde daha ciddi ne olabilir ki...'

TESELLİ (Bir Mektup Sayfası)

     Sonra aslında iyi biri olduğunu fark ettim. Anlamama yardımcı olan bu durumu elbette ki son zamanlarda tanıdığım insanlardı. Sanma ki kötü biri onlar. Öyle değiller kesinlikle... Sadece senden daha iyi olmayı henüz beceremediler. Ya da ben görmek istediğim gibi görüyordum seni. Aslında onlar başka insanlara göre senden daha iyilerdi. Zaten ben; kimin iyi, kimin kötü olduğu konusuna öylesine girmiştim. Belki biraz ilgini çekip, hafif kıskançlıkla, ilgini üzerime toplayabilirdim bu sayede ne dersin?
     Yine olmadı değil mi? Bu seferde kandıramadım seni dinlemen için. Eskiden ne güzeldi. Ağzımı açtığımda sanki kelimeler sana iyi yazılmış bir müzik eseri gibi geliyordu. Mesela Bach'ın 'Cello Suite No.1' gibi. Biliyor musun çok iyi bir eserdir. Kim der ki kötü diye. Diyemez... Eğer kulağında duyma gibi bir sorunu yoksa bir insanın, bu eşsiz güzelliği öyle bir benimser ki... İşte bende o günlerde böyle bir şeylerin, ben konuştuğumda senin hissettiğini düşünüyorum. Yanılıyor olabilirim. Kibirim, özellikle de benim daha çok yanılmama neden oluyor eminim.
     Neyse ne. Sonuç olarak bugünlerde sesim pek sana ulaşmıyor. Ulaşsa da hayata o kadar çok acı ve kayıtsız bırakıyorsun ki, farkında olmayacak kadar kötü bir durumdasın. Gülmenin ne olduğunu bile unuttuğunu düşünüyorum. Gerçekten sonunda aklına hiç bir acının gelmediği bir gülmekten bahsediyorum. En son ne zamandı. Gerçekten. Kısa zamanlı, sadece gösteriş amaçlı, istemsiz gülmelerinden değil. Pardon haklısın banane bundan. Ben neden karışıyorum... İster güler, ister gülmezsin. Doğru ben gülmeni sağlayacak kadar iyi bir insan değilim. Belki çok önceleri bunu yapabiliyordum senin için. Belki... Çok önceleri, çok önceleri, orada kaldı. Çok önceleri yaşandı mı? Ne oldu o zamanlar. Hatırlıyor musun? Kusura bakma birden hatırlayamadım. Hayal gibi. Uykudan uyanıp yarım kalmış rüya gibi, eksik. Tıpkı senin gibi...
     Başka yerde boğuluyorum. Yani başka düşüncelerin içinde boğuluyorum. Bana acı veren düşünceler, sana acı veren düşünceler gibi... Arada bir kaybediyorum kendimi. Sakın kıyaslama bunu kendinle. Senin düşüncelerinde ki kayıp çok başka. Kimse yaşasın istemem. Fakat kişiden kişiye göre değişir üzüntünün yan etkileri... Eminim senin ki daha zor... Bende üzgünüm. Biliyorum ki tesellisi olmayacak hiç bir kelimenin. Yine de sarılabilecek kadar yakın olan dostlarına sarıl. Bu çok iyi gelecektir... Ben sarılmayı beceremiyorum. Yine de iyi geleceğine eminim... Zaten sarılıyorsundur, benimki de laf işte. Onlardan başka neyin var zaten.
     Ya ben sana takılmış düşüncelerimden sıyrıldığım gün. O gün gelecek mi? İnsan unutabilir mi? Unutmaz değil mi? Unutamaz... Güzel anılarla hatırlayalım en iyisi... Çünkü güneş her gün yeniden doğacak. Yokluğuna doğacak onun. Gece daha bir uzun olacak, alışılmış konuşmaların yapılmadığı için. Özleyeceğim. Özleyeceksin. Keşke özlemin benim ki gibi olsa. Keşke. Yine yazacağım. İyi bak kendine, unutma...

12 Ekim 2013 Cumartesi

Geç Saatlerin Denizinden...

     Eve kapanmaktan korkuyordum. Kapanmak zorunda kaldığım zaman gelmeseydi eğer. Ne yapacağım bundan sonra diye düşünmekle geçiyor zaman. Güzel olan hiç bir şey kalmamış hayatımda. Geleceğe dair yapılan planlarım yok. İnsanların başarını oturduğum yerde, öylece izliyordum. Ne zaman elimi uzatsam, güzel bir yaşam için elim üşüyor ve daha çok kaybediyorum. Gelmiyor içimden uzatmak ellerimi. Amaçsız geliyor yaşamak. Ölmek. İntihar etmek mi? Tanrım çaba gerektiriyor. Yıllarca uyumak istiyorum ama izin vermiyorlar. Hiç bir şeye ilgi duymuyorum. Nasıl kaçabileceğimi ve değiştirebileceğime dair bir fikrim yok. Diğerleri gerçekten hiç olmazsa yaşamdan tat alıyorlar. Benim anlayamadığım bir şeyler var ve onlar anlamış olacaklar ki bu denli mutlular. Bende bir eksiklik vardır belki de. Mümkün. Sık sık aşağılık duygusuna kapılıyorum. Onlardan uzak kalmak istiyorum ama gidecek yerim kalmadı biliyorum. Yalnızlıktan korktuğumu düşünmeyin sakın. Yalnız kalmak düşündüğünüz kadar basit değil. Dediğim gibi yalnız kalabileceğim bir an bulmak zor ama kalabalığın içinde kendimi sığıntı gibi hissettiğim ve kalabalığın içinde yalanın baş gösterdiği kelimelerle yaşamak zorunda olduğum doğru. Gerçekten gülüyorum. Gülmem onların yalan söylediklerine, sanmayın ki birileri gerçekten güzel mizah anlayışı var. Mutsuz görüyorsunuz beni anlattıklarımdan dolayı değil mi? Keşke hayat bunca yıldan sonra bir kez olsun iyi bir yönüyle bir kaç gün yaşatsa da bana bende bu kadar karamsar yazmayı bırakabilseydim. Yazdıklarımın bile okunduğundan şüpheliyim. Birileri için önemli miyim? Değilim. Olsaydım eğer hissederdim. Neyse ya anlatılacak bu kadar çokta şey yok aslında. En iyisi bir kahve içip ardından uyumayı denemeliyim...

7 Ekim 2013 Pazartesi

Şiir Yazamam

Uzun zamandır yazamıyorum şiir.
Ben ne şairler gördüm,
Yetmişini bile görmemiş mezar taşı,
Toprağında ayrık otları büyümüş,
Ellerimle yoldum, kanayan ellerim çare olmadı.
Oysa ne güzel anlatırlardı yüreklere kazınmış sevdaları.
Seher vakitlerinden, gecenin ayaz hüznü içinde.
Bir ayrılık sanmasın onlar öldü diye sevenler.
Onlar ne sevgiler verdiler,
Onlar ne sevgileri yeşerttiler.
Şimdi zaman onların şiirlerinde ki gibi değil,
Aşklar yalan, yazılmıyor o kadar içten şiir.
Bu yüzden yazamaz oldum bende.
Şimdi ne mürekkep isterim,
Ne taştan yapılmış kağıt.
Uyandır uykusundan aşıkları...
Aşklar görsün yazılmış ağıt.


3 Ekim 2013 Perşembe

Son Bir Kere Durmasın Sözlerim...

Beni affet bu gece sadece bil istedim. Düşünüyorum da sandığım kadar basit değilmiş. Sen olmak, seni anlamak, senin istediğin gibi biri olmak. Oysa kader diye nitelendirilen, avucumuza yazılmış duran ve istediğimiz zaman rahatça parmaklarımızın içinde saklayabileceğimiz kavramı seninle bir kez olsun zamanın en zor anında paylaşa bilmiştim. Kimsesiz olduğunu ve gerçekte var olanlardan sıkıldığını sandığımda. Hayal gibiydi. Farklı ve gizemli biri gibi hissettiğinde beni. Bende seni. Yanında durduğum her an. Taki müzik başlayıp sessizlik olduğu an. Müzik bittiğinde notaların içinde bıraktığı sadelik yırtıp atmıştı bir kenara da beni. Kapalı bir dünyanın içinde boğulmuştum sayende. Çaresiz kabullenecektim, yeni çizilecek resimleri öylece. Ben bunu isteyerek yaşadım. Farkındalık yüzünde en büyük resim iken basit gördüm, zamanında kalan yüzünde ki fırça darbelerini ya da tabloyu öyle bir koymuştun ki çerçevenin içine bulunduğum yerden görememiştim gerçeği. Geriye dönmüştün ve benimle bırakmak istediklerini benimle beraber öldürmüştün. Oysa öyle süslü kelimelerle avutmuştun ki beni, yalan söyleyeceğin aklıma gelmezdi, bırakıp gittikten sonra kurulan cümleleri duymasaydım eğer. Bunun dışında kalan her şey aynıydı. İyi diye anlattığın her insan, daha bir iyi oldular. Tek değişen buydu. Sonra üzüldüğünü hissettim ve kuşkusuz yanında olmak yine. Sesim sessizlik kadar güçlü değildi. Ne kadar bağırsam da çırpınsam da duymuyordun beni yahut duymak istemiyordun. Kendin çözmek istiyordun bir yandan yardım almadan hayattan. Öyle olmadı değil mi? Birilerini istedin geçmişinden. Sana ait, seni seven birini. Çünkü sen yenildiğinde o geride bıraktığın seni seven insanlar kurtarmıştı seni. Tıpkı uçurumdan düşen birilerini düşeceği an tutup çektiğin gibi. Ya biz! Hangimiz karanlığın ucundayız. Ya sen aydınlık sanıyorsun geceyi ya da ben gündüzü karanlık hissediyorum. Hangimiz ışığın olduğu yönü görüyoruz, bir göz yanılsamasından ibaret aydınlıklar buluyoruz karanlıkta büyüyen göz bebeklerimizle. Karanlık daha çok içine çektiğinden daha aydınlık görüyoruz geride kaldığımız dünyayı. Alışıyoruz karanlıktan korkmamaya. Alışmak zorundayız boşlukta atılan çığlıklar duyulmaz uzakta. Bu yüzden duymuyoruz birbirimizi belki. Ne dersin aydınlık benim, bana yakın mı dersin. Ya da karanlıktan memnunum çünkü benim olduğum yerde olmak istemezsin. Yenildiğinin kanıtını son göstereceğin insanım değil mi? En uzak, en saf, en inandığın(bir zamanlar çok fazla inandığın)  insan olduğumdan olduğun yerde durup, susarsın. Susmana gerek yok desem inanır mısın? İnanmazsın değil mi? Değiştiğimi düşünüyorsun ve değişmediğimi bilerek. Neden peki bu korku ne diye... Onca yaşanmışlık, anlatılanlar, değer verdiğin hayatından bıraktıkların hiç mi yardım etmez yeniden güvenmene. Güvenmek demişken, aslında güveniyorsun ne saçmalıyorum böyle. Sen bence yaptıklarından utanıyorsun. Sanki yüzüstü bırakmış gibi hissediyorsun kendince beni. Bana sorsan öyle olmadığını anlayacaksın. Bir kez daha hayatını özgürce, kimseye aldırmadan yaşayabileceğini anlatacağım. Sana güvenim sonsuz olacak, bu yüzden hiç unutmayacaksın...

30 Eylül 2013 Pazartesi

     Hüzün. Toplanmış eşyaların arasında. Gitmemi istedi yapamadım. Gitmek için henüz erkendi. Bahar gelmemişti. Benim mevsimim de gitmenin adı bahardı. Kışı bir atlatalım dedim önce. Yüzüme baktı. Yüzüne baktım. Sanki bir şeyler fısıldar gibi oldu, titreyen dudaklarının arasından. Derin bir nefes alıp sustu. Sonra. Hiç gülümsemedi. Gülümsemeyecek gibiydi. Hafif bir esinti yüzümüze vurdu, açık pencerenin önünde. Üşüdün mü diyebildim. Gözlerini çevirdi, konuşmadı. Ne istediğine ya da ne söyleyeceğine henüz karar vermemişken. Gitmemi istedi sadece. Oysa gitme diyebilirdi. Gitme demesini bekledim. Saatlerdir karşılıklı oturduğumuz halde tek bir cümle çıkmıştı, dudaklarının arasından çıkan sıcak nefesinin içinde. Git ve hayatına bak. Ona nasıl aşık olduğumu anlamıyor gibiydi. Oysa dudaklarının arasından çıkan son kelime bile istemediğim halde gerçekleşecekti. İstemesem de gidecektim. Uzaklara daha uzaklara. Belki bir daha karşılaşmamak için doğuya daha doğuya. Batıyı severdi bilirim. Hızla eşyalarımı çantama yerleştirdim. Yüzüme bile bakmıyordu. Usulca ayakkabılarımı ve montumu giydim. Adım atarken eşikten dışarıya. Son kez baktım dönüp yüzüne. İki rayı gibiydik bir tren yolunun. Yakın olması değiştirmezdi hiç bir şeyi son istasyonun...

29 Eylül 2013 Pazar

     İnanamıyorum. Senden bunu beklemezdim cidden. Hayatı bu kadar önemsediğini sanmıyordum epeydir. Komik geliyordu yaptıkların. Çocuk gibiydi aklın. Şımarık bir çocuk. Şanslı, şımarık bir çocuk. Gerçekten düşündüğüm gibi yaşamaya başladıysan ne mutlu sana. Elindekinin kıymetini biliyorsun demek ki artık. En son sorduğumda ki vurdum duymaz tavrına üzülmüştüm, beni ne kadar da etkilemese bile. Bravo! Çok yakıştı bu kelime yaptıklarına karşılık bence. Üstü kapalı konuşmamda neden bahsettiğimi anlayacak kadar zekisin biliyorum. Yazdıklarımı okuduğunu tahmin bile edebiliyorum. Çünkü ne zaman vazgeçeceğimi bekliyorsun ve bunu en iyi görmenin yolu burada yazdıklarım olsa gerek. Ben zaten vazgeçtim. Ama senden değil bizden. Çünkü insan bir kere değer verir. Bu değeri kimse bozmamışken, düşüncelerde vazgeçtik. Belki düzelebilir. Bu arada. Zamanında sana demiştim yazmak için yazıyorum diye. Bana bir şeyler yazdırmak için varsın şimdide. Sayende epey bir yol katettim yazım konusunda. Teşekkür ederim. Nelere küstüm, nelere sevindim. Hepsini bir bir yazdım. En abartılı halinden tut en yalan haline kadar. Ama çocuk seninde büyüdüğünü gördüm ya. Artık gülebilirim yazılarımda. Bravo! Çocuk. Bravo!

28 Eylül 2013 Cumartesi

Ödünç Verilmiş Zaman

     Saatler sonra kendime geliyorum. Keşke, üşüdüğümüzde camı kapatmak kadar kolay olsaydı, sevilmediğimizi anladığımız zaman o kişiye yüreğimizi kapatmak. Yirmi dört saat bile olmadı gözlerimin önünde ki gözlerini göreli. Hayal gibi. Oysa bir daha görmek için neler vermezdim, önceden olsa. Şimdi gördüğüm halde yüzünün hali, beynimin içinde silik bir görüntü bırakıyor. Eskiye ait fotoğraflarda bıraktığın halini koyuyorum yerine, tutmuyor. Benim seni içimde sakladığım gibi değilmiş meğer. Acıyı da sevgiyi de öyle derine gömmüşüm ki zamanla, içimde anlamsız bir his bırakıyor seninle iken. İki yabancıdan öte bir duygu, birbirini tanıyan iki tutsak, iki korku. Sırtını çevirmiş duruyor hisler. Sessizlik dilimizde. Gözlerimizin önünde, kelimeler kırılıyor dilimizde. Ellerin, ellerim kurtarılmış çok geçmişte bir yerde. Yaşadıkların yüzüne çok gelmiş. Gülümsenin ardında ki yalnızlık ve acı çok derinde değil. Bakmasını bilirsen, karanlıkta bile gözlerinin önünde. Bir çocuk kaderi mutluluk ve mutsuzluk. Oysa şaşkın olmamalıydı yüzün, beni gördüğünde. Elbet bir gün karşılaşacaktık bizde. Masalın son şarkısı için vakit bu değildi. Ödünç verdi zaman bu anı bize. Hiç birini bu kadar uzun zaman sonra gördüğün olmuşmuydu. Dile kolay sekiz ay. Belki susmalıydım ama anlatmalıydım. Sen konuşamazsın bilirim. İçinden ne geçiyordu o an keşke bilebilsem. Bir hayal benim istediğim zaten. Bir daha konuşamayız kimbilir. Yok! Yok! ben anlamalıydım. Korktuğun kadar yokmuş değil mi? Beni görmek basitmiş. Seni görmek gibi. Kötü biri olduğumu hissediyordum sana karşı önceleri. Konuşmamız biraz olsun değiştirdi. Onca insanı silebilmenin özgürlüğü yüreğinde iken. Ankara'da son tanıştığın insan ben iken, giderken. Beni silmene anlam verememişken, tek cevabı sana olan sevgim yüzünden diyebiliyorum. Avutabilmesi insanın kendini ne garip. Sen unutsan da, ben unutmam. Bu kadar basit değil. Sen bu değilsin. Bana anlattığın belki hayatının küçük bir parçasıydı. Eğer gerçek olduğuna inanıyorsan anlattıklarının, ki yalan söylemeyi o zamanlar bana karşı beceremezdin. Sen bu değilsin. Benim tanıdığım insana o kadar inanmışken, hayal kırıklıklarını kaldır. Dene, denemedim deme. Yeni aşkına, üzüntülerine, özlediklerine, sevdiklerine, hissettiklerine, yaşamak istediklerine varana dek anlat. Ben hatırlarsan mevsim kış, hava soğuk, kar yağıyor gece dinliyordum seni, seve seve. Yine konuş, kış geliyor işte! Utandır beni. Seni tanıdığım sen ol, utandır beni. Yorgun çocuk, mutlu çocuk. Umursamadığın her şeyin aslında yüzünde bıraktıkları paramparça. Neden mi bunları yazıyorum. O an sadece konuşmak istiyorsun, susacağını bilirken. Bir merhaba dışında çok cümle kuramayacağını bile bile. Sonra içinde o kadar kelime kalıyor ki söylenmemiş bir bakmışsın gitmişsin, gitmiş. Şunu da söylemek isterdim demek yerine biraz hal hatır sorup erteliyorsun söyleşini. Kendine kızmak yerine böyle kalmanın en güzeli olduğunu biliyorsun. Hadi yeniden tanıyalım birbirimizi. Hiç tanışmamış gibi değil. Tanıştığımız zaman anlatılmayanları anlatmak için. Bu kadar zor mu adım atmak. Bu kadar zor olamaz beni düşünmek. Merhaba dedin yeniden. Yeniden konuşalım biz seninle. Sırtını dönme insanlara, dik olduğunu güçlü olduğunu göster gözlerine baka baka... Aynadaki sen sen değilsin... Böyle gösteremezsin yendiğini asla onlara. Önemli değil deme. Önemli olmasa dönmezdin sırtını orada.

27 Eylül 2013 Cuma

     Yorgun, gecelerin içinde yürüdüm. Sanki yıllardır uzaklardayım, özlemlerim ve beklediklerim. Oysa buradan bakınca dünyaya, düşlerim yok artık. Kulaklığımı takmış son otobüs seferini yapıyordum hayatımın. Sırt çantam ayaklarımın altında, telefonumun şarjı oldukça az olduğundan kapalı. mp3 çalarımı son dakika iyi ki şarj etmeyi başarmıştım. Saçlarım dönerken geldiğimden daha uzun artık. Düşüncelerimden arınmışmıydım. Otoban şeritleri gözümün önünden geçtikçe aklıma gelmeye başladı. Dönmek kolayken aslında. Yeniden aynı düşünceleri beynimde barındarabileceğimi düşünmezdim. İnsan unutamıyormuş demek ki. Sadece anlık bir zamanda kaybediyormuş, yeni gelen düşünceler vasıtasıyla. Dönüşümü tek güzel kılan şey uzun süredir ayrı kaldığım motorum ve fotoğraf makinemdi. Yeniden göreceklerim olsa da döndüğümde. Kızdığım, nefret ettiğim ya da bir kaç tanede olsa sevdiğim insanlar. Dönmek onlar için değildi. Dönmek benim ayrı bir özlemimdi. Yerimden gayet mutluydum zaten. Neden başımı ağrıtmak için çaba gösteren bir geri zekalı olayım ki. Şehri özledim ben. Şehir de benim asiliğimi, çocuksuluğumu,  gülüşümü, gözyaşlarımdan sonra gelen kederimi... Şehir, giderken de üzüldüğüm, döndüğümde de üzüldüğüm çocukluğumun kutsal şehri. Neresi mi... Tanımayanınız yok beni zaten siz bilirsiniz. Bilmeyende beni ben yapan değil. Bilse de olur bilmese de der geçerim. Siz bilirsiniz ama değil mi? Beni geçte olsa az çok tanıyanlar. Son yolculuğum dönüyorum. Söyleyeyim unutmadan.

23 Eylül 2013 Pazartesi

     İnsanlar yalan söylerler... Sende öyle. Tıpkı benim söylediğim gibi. İnsanlar yalan söylerler. Düşünce komik geldiğin farkındayım. Yalan söylerken ki ciddiyetin nedeni inandırıcı olmasından kaynaklı. Mevsim soğuyor. Şehirde ki kapalı yerler daha çok sıklaşıyor. İçerisi tıklım tıklım olan mekanlar. İnsanlar birbirine daha çok yaklaşıyor bu yüzden. Yalan söylemeye daha da yaklaşıyor, sıcak, kalabalık mekanlarda. Hemde hiç tereddüt etmeden gözlerinin içine bakarak. Onlarca insanın önünde. Onların zaten anlamayacağını bile bile söylenen yalanlar. İnsanlar yalan söyler. Ne zaman kaçamadıklarını anlasalar. İnsanlar yalan söyler. En çokta uyanıkken. Bazen şarkılarında, bazen yazdıklarında, bazen bakışlarında, bazen konuşmalarında... Hepimiz, herkes bir kere olsun. Çocukken bile...

17 Eylül 2013 Salı

Biri

Şüpheli şarkılar bıçak sırtında,
Karanlık, boş sokakların içinde,
Sarı bir sokak lambası
Biraz sıcak günün uzantısı
Hafif buruk ama yinede tatlı ölüm.
Aynı günü paylaşan binlerce insan
Günlerden Çarşamba
Öylesine bir gün kimisi için.

13 Eylül 2013 Cuma

Delilik Hikayeleri 4 (Mevk-i Ret)

     Bütün gün daktilo sesinin dışında bir şey duymamıştım. Saatlerdir yazıyorum. Beğenmeyip baştan başladığım köşe yazımın içinde boğulup kaldım. Hava oldukça sıcak ve sırılsıklam olmuştum dört duvar arasında. Leş gibi kokuyordu vücudum. Hatırı sayılır bir şeyler yazamamıştım. Yarın gazeteye postalayacağım halde. Henüz giriş cümlesini bulamamıştım. Onca yıldır yazmamın en büyük sıkıntı aynı kelimelerin içinde boğuşup duruyor olmama neden olmaya başlamıştı. Sanırım yazılabilecek her şeyi yazmış olmalıyım. Sigaraya yeniden başlamam gerekiyor herhalde. Altmış yaşının sonuna gelmiş biri için bu durum fazlasıyla önemsiz. Zaten daha fazla ne kadar yaşayabilirim ki.
     İlaçlarımı almayı unutmuşum. Yaşlılık zor zanaat genç dostlar. Sürekli birilerinin sizinle ilgilenmesi gerekiyor. Yoksa milyonlarca insanın saygı duyduğu beş para etmez doktorların sizi iyileştirmek, daha uzun yaşamanızı sağlamak için, gereksiz bir çok hapı almayı unutuyorsunuz işte. Jane'in izinli olduğu günleri hiç sevmiyorum bu yüzden. Unutkanlık baştan aşağıya sarmışken bedeninizi. Ölümünüzü kendi ellerinizle hazırlarsınız yalnız olduğunuz sürece.
     Ah gençliğim. Ne yaman bir delikanlı idim. 57 Chevy altımda, mahalleden çıkışımı pencerede izleyen, dudaklarından salyalar akıtan kızların bir çoğu ölmüştür herhalde. BlueJean pantolon beyaz gömlek kahverengi çizmelerim ve ağzımdan düşürmediğim Camel sigarası ile etkileyici bir görüntü bıraktığım kesindi geride. Yirmili yaşların başlarında vazgeçilmezi benden daha iyi oynayan birini daha bulursanız, Tanrı sizi inandırsın içkiyi bırakacağım. Bu yüzden evlenmeyi hiç istemedim. Birden çok kadın stoğum hep olmuştu. Bütün kadınları sevdiğim gerçeği de doğrudur. Her birinin kendine ait çekiciliğinin olduğu gibi. Seks yapmak, spor yapmak gibiydi. Çoğu zaman beni sıktığı bile oluyordu. Bu yüzden hiç kilo almamıştım. Şimdi şişman değilsem de gömleğimin altında sarkan, beyaz kıllarla kaplı, geniş bir bira göbeğim olduğunu inkar etmeyeceğim sizlere. Cidden biranın izlerini taşıdığını çok uzaktan bile anlayabilirdiniz, benimle tanışma fırsatınız olsaydı eğer. Yaşlılığımda beni tek iyi gösteren organım, etrafında sarkmalar olsa da, iri mavi gözlerimdi. Sakalları beyazlamış saçları hafiften de olsa dökülmüş bir moruğun bu saatten sonra gözleri iyi olsa kaç yazar. Boktan bir hayatın içinde, boka gömülmüş, gizli gizli içki içmeye çalışan huysuz bir moruk. Her doktora gittiğimde çocuk gibi azarlanan biriyim. Yakında kendi bokumu bile temizleyemeyecek hale gelmekten korkmuyor değilim. Artık gazetede ki köşemin dahi ilgi görmediği düşüncesindeyim. 'Örümcek beyinli, soytarı' deseler yeridir. Fena olmadı ne dersiniz?
    Ölüm beni sevmese de, ben Azrail'i seviyorum kesinlikle. Ya o benim ziyaretime gelmeyi kabul edecek. Ya da ben uygunsuz bir anında yakalayacağım onu. Kesinlikle şaşırtacağım. Benimle alay etmek neymiş göstereceğim ona. Bu gece. Aslında bileklerimi kesip güzel bir şaka yapabilirim. Ama öncelikle sokağa çıkıp son kez bir fahişenin kollarında bir iki kadeh viski içmeliyim. Yerimden kalkacak gücüm olsaydı keşke. Yaşlılık ne zor, ne zor. İnsana şaka bile yaptırtmıyor. Bu yüzden, bu şakayı bir süre daha erteleyeceğim. En iyisi oturup bir kaç yıl daha boktan köşemi devam ettirmeliyim. Unutmadan ilaçlarımı da alayım. Başka sefere görüşürüz sizinle de.

Delilik Hikayeleri 3 (Kirli, Paslı ve Bozuk)

     İçimdeki pisliğin yazası var ama toplum buna hazır değil. Yazarım, çok kalp kırarım, ayıp olur, küfür içerir diye korkuyorum. S.ktiğimin hayatında parasız fahişeliğin, dolandırıcılığın ve insanların birbirlerini aldatmasının nedenini kavramaya çalışmak için boşa vakit kaybetmişim onca zaman. Karakter diye bir kelimeyi açıklayan argo sözcükleri kullanmak boşuna. Karakter kazanılmış bir olgu ve bunu düzeltmek en iyi sokak küfürlerinin bile fayda etmeyeceği bir durum. 
     En iyisi fazla takılmadan soğuk bir biranın zevkini zenci dudaklarından dökülen blues müziği eşliğinde yudumlamak olsa gerek. Uyuşturucu bağımlısı olmadığım halde marijuana kokusunu hissedebiliyordum nemli burun deliklerimin içinden sızıp beynime kadar uzanan. Bir kaç gece önce evde ki partinin dozunun fazlasıyla kaçmış olmasının nedenleriydi bunlar. Alkolün verdiği kafanın müdahalesi sonucu sarılmakta zorlanılan içi fazlasıyla doldurulmuş çarşaflardan halı diplerine dökülen marijuana tohumlarının kokusuydu bunlar. Görüntünün kirli olduğu ama hazmın doruklarının paylaşıldığı gecenin ikramı bu denli pis bir evi bırakıyordu geride. Yalnız yaşamak, başka insanların, seks, uyuşturucu ve alkol gecelerinin düzensiz bir göstergesiydi. O. çocuklarını kırmamak için onların iğrenç görüntülerini izlemek keyif vermese de. Bu marjinal diye nitelendirdikleri aşırı kaçamaklarında yer almak beni de heyecanlandırıyordu. Birde kusmuklarını kaldırım taşına çıkartır gibi evin ortasında yapmasalar. Hiç yoktan beleş biranın tadını çıkarabiliyordum bir günlüğüne de olsa onların sayesinde.
     Gündüzün değil gecenin kutsandığı saatlerde tanımadığın bir kadınla aynı yatağı paylaşabilmenin yanı sıra. Onun acemi perhizini bozarken, kuşkusuz sabah uyandıklarında, yaptıklarını hayal meyal hatırlamanın pişmanlığıyla erkenden boşaltılmış yataklarda, bir kaç saat önce birinin olduğunu ispatlayan  sadece çukurluk ve orgazm sonucu bırakılan sıvılardı. Oysa gündüz tanışsaydınız bu yüzlerle. Gecenizin kutsallığını sağlayan bu kadınlarla, eminim radyoyu açar, Mahler çalarken doldurulmuş birer kadeh kırmızı şarap eşliğinde felsefe yaparken bulurdunuz kendinizi. Aslında sizinle öyle bir gece geçirmesini sizden hoşlanması değil, sevdiği adamın onu aldattığı düşündüğü için, intikam almanın iyi geleceği yönünde, bir girişim olduğunu göreceksiniz. Ah bu şuursuz, beynini sadece iki bacağı arasında kutsal sandığı için zihniyeti yoran insanlar. Benliğinizi ne kadar da kolay basitleştire biliyorsunuz böyle. 
     Hayatın karanlık, kirli, paslı, bozuk yüzüne, değeri kalmamış yozlaşmış halde bakmaya devam ettikçe, yanımda olacaksınız ama tiksineceğim sizden, eşikteki pis beyaz zenciler.
      
*Delilik Hikayeleri ara ara devam edecektir. Tamamen hayal ürününün kült ve yer altı edebiyatı ile birleşmesiyle meydana gelmektedir. 

10 Eylül 2013 Salı

Üç Paragraf Tek Kelime

     Bir bilgenin hayatında; yaşamak, ölmek ya da aşık olmak... İnsan doğasında bu üç zorunlulukla beslenir. Bizim gibi yüksek ruhlular aşkta ölmeyi seçerler. Yaşamak, yaşamak aslında bilmediğimiz kadar sıkıcıdır. Nefes aldığımız her an, kendimize karşı yalanlarımız, hep bir yerde bekler kuşkusuz. Yaşamak, yeni insanlar tanımak aslında. Hatta o insanların bir gün hayatınızdan çekip gitmesine seyirce kalmak. Yaşamak, çok sevdiğinin bir adamı-kadını kaybetmek bir başka yalanda, duyarsızca. Yaşamak, ölümün soğuk nefesini ensenin üstünden  ayıramamak. Yaşamak, aşık olmak...
     
     Bak şimdi ne diyeceğim, otur karşıma önce... Yok, yok! Sokul göğsüme iyice. Yasla başını, bırak kendini, saçların bedenimde dalgalansın. Sorumluluklarını çıkar aklından, bir kaç saatliğine de olsa. Nasılsa seninle hepsi sonrasında. Hepsi senin parçan, hepsi sen olma sebebin. İzin ver ruhun dinlensin. İstemediklerini ayıkla üzerinden, soyun tüm yorgunluklarından. Kapat gözlerini. Tak yine o güzel gülüşünü yüzüne. Gülümse ve sevebilmenin, çok sevilmenin, sonuna kadar keyfini çıkar...

     Ben hayatın en çok aşk yönünü sevmiştim. Hayat iki kişi olunca daha bir renkli gelmişti. Hayat benim en çok hangi yönümü sevdi? Bilemedim. Bir de aşkın en çok senli yönünü sevmiştim... Ya sen beni sevmiş miydin? Sahi ya... Sen beni sevdin mi? Kadın sen de, bilsem ne fark eder, bilmesem ne. Beni aşk anladı ya, yalan olduğunu sandığın halde, nasıl sevdiğimi gösterdim ya, gözlerine. Gerisi hikaye... Sen başını bir kez olsun yasla. Dinle kalbimi, hava soğuk olmadığı halde titreyen benimi hisset. Sussan da fark etmez. Ben senden bir şey istemedim. Senin geldiğin ilk gün bile kaçmak istedim. Çünkü seni sevsem de. Gidecektin... Gittiğinde de sevemeyecektin. Bunu da öğrettin. Hayret ne kızgınım sana, ne de dargın. Üzülüyorum sadece, kızgın da dargın da olan sensin diye bana...

7 Eylül 2013 Cumartesi

Delilik Hikayeleri 2

     Erkeksen, pişmanlık içinde uyanman kaderindir. Geceyi yalnız geçirsen de, geçirmesen de...Tuzla buz olmuş kalbim bir iğne deliğinden geçebilirdi. Ete kemiğe bürünmüş fazlalıktan başka neydim. Kimse farkında değilken benliğimin, senin de onlardan farklı olup, beni umursayacağını sanmıyorum. Bir madde bağımlısı gibi aynı şarkıyı binlerce kez başa alıp dinleyebiliyordum. Kader, oyununu hiç kaybetmiyordu zaten bana karşı. Gülmek, safça yapılan istemsiz bir eylemken, onu bile beceremiyordum. Yazdığım kitaplarda ki karakterler bile ya mutsuzlardı ya da acı çekip ölüyorlardı. En son ne zaman komedi filmi izlemeye sinemaya gittiğimi bile hatırlamıyorum. Saklanıyordum duygularımın içinde, gülümsediğimi belli etmemek için sanırım. Aklı başında olan insanlardan değilimdir. Aklımı sevdiğim gün, birileri için kendi hayatımı hiçe saydığım gün o yolda düşürdüm herhalde. Hani bizim eve doğru çıkarken bakkal var ya oralarda bir yerlerde sanırım. Geri dönüp aradım tabi bulabilseydim... Nerdeee. Hemen delinin biri almış. Belli, koyuvermiş cebine. Böylece kalakaldım ortalık yerde üzülmemle... Nasıl bir şey hissettim biliyomusun? o an. Acıkırsın, üşengeçlik yok olur, sahana iki yumurta kırarsın ya, tam istediğin gibi. Adına sahanda yumurta dersin. Yağ konulmuş tavanın içine kırılmış yumurtadır oysa. Sahan nasıl bir kelimedir ki o kadar uzun cümleyle anlatılan olayı bir kelimeye sığdırabilirsin. Sonra koyarsın masaya tavayı yanına bir de soğuk bir kola açarsın. Ekmek var mı diye bakarsın, bitmiştir. Yumurtaya da bandırmayınca ekmeği, tadını çıkaramayacağın aşikar. Ne iştah kalır ne keyif. İşte öyle idi aklımı kaybettiğim gün yolda. Sonrasında ne keyif kaldı ne de ilah...

1 Eylül 2013 Pazar

Mutluluk Neredeyse Orada Kal

Sessizliğin içinde acemice büyüdün.
Kimseyi istemiyorsun artık hayatında.
Ne bir kelime geçmişten, ne de bir yüz.
Mevsimler gibi sabit değilsin.
Ağlayan bir çocuğa yardım edecek gücün yok.
Mutluluk, senin için çok çok uzaklarda.
Özlüyorsun! Hırçın çocuk, geride bıraktıklarını.
Hiç bir şarkı dindiremeyecek özlemini, 
Saklanmayacak, ayrılık içini kanatmaya başladığında.
Geri gideceksin sessizce, geldiğin gibi,
Çok vakit geçirmeden,
Geç kalınmış gözlere bakmak için,
Özgürlüğünün başladığı yere...
Seni sen yapan adamı, kollarınla saracaksın.
Sen küçük kız çocuğu. 
Masumiyetini yitirmişken,
Onun yanında kendin gibi olacaksın.
Mutluluk göz bebeklerine kadar saracak, 
Yeniden gülmeye başlayacaksın.
Saçlarını elleriyle okşarken,
Rahatça başını yastığa koyup, 
Uyuduğunda, mutlu uyanacaksın.
Mutluluğa yeniden sarılacaksın.
Eksik kalan yerin dolacak.
Terk etsen de bir şehri,
Çocuk gözlerin hep mutlu kalacak.




 

30 Ağustos 2013 Cuma

Sevmek Bu Kadar Zor Mu?

     Sevmekte yetmiyormuş... Çok eskiden rastlaşacaktık.
     Sabah, tenha yatağımda uyandım. Evrende göze batan bir fazlalıktım. Güneş cama vurmuş, sanki bu durumumu inatla birilerine sergilemek için mücadele veriyordu.
     Uyumamı zorlaştıran ne varsa bırakmıyordu yakamı. Gece geç saatlere kadar uyku tutmuyordu zaten. Düşüncelerim beynimin içinde baskı kuruyor ve sabaha karşı hafifte olsa kurtulup, yorgunluğa dayanamayan gözlerim, dünyayla ister istemez bağını kopartmışken, bu kezde evren uyumama müsade etmiyordu. Çekilmez şakalarıyla bir çocuk gibi üstüme atlıyordu perdenin açık kalmış kısmından...
    Yatağımdan kaldırılmak zorda olsa başarılıydı. Hafiften doğrulup, yatağımın yanında duran sehbanın üzerindeki kumandaya uzandım. Sabah haberleri başlayalı çok olmamıştı. Bir kaç kanal belki bugün güzel haberler verir ümidiyle, kumandayı televizyona doğrultup açma tuşuna bastım. 'Borsa haftayı yüzde 1,44 yükselişle tamamladı.' 'Dolar 2 liranın üzerine çıktı.' On üç yaşındaki bir kız çocuğu üç kişi tarafından tecavüze uğradı.' 'Şüpheli ölüm. Kastamonu'da evli ve bir çocuk annesi kadın, evinde silahla vurulmuş olarak bulundu.' 'Suriye'de 360 kişinin kimyasal silahla kat...' Sinirlerim iyice bozulmuştu. Kapatmak zorunda kaldım. Daha fazla dinleyecek gücüm yoktu. Hayat sadece benim değil, bütün insanlığın mutlu olmasına karşıydı. İnsanlar Dünya'nın ayrı noktalarında acı çekerken, ölümle burun buruna bir hayat yaşarken, benim hüznüm yüzümde komik bir maske bırakmıştı. Hüzün iyice sarmıştı bedenimi. Neyi paylaşamıyordu bu kadar insan. Mutlu etmek, birilerine iyi davranmak bu kadar zor muydu? İnsan diye nitelendirdiğimiz canlı türü, insanlık dışı. Sadece bize yakın insanlara değer vermekle, sevginin gerçekten bu olduğuna inanan insanlar var ( ki ne kadar yakın olursa olsun, iki insan aralarında ki sevgiyi bile bozmayı kolayca başarabilirken). Ben bu durumdan ne kadar muzdarip olsam da değişmeyeceği gayet açık. Ne demişti Nazım bir mısrasında " Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir Orman gibi kardeşçesine." Bunu anlamak zor mu?
     İşte! Bu yüzden her sabah haberlerde ve ya çevremizde olan bütün bu kötü olaylardan kurtulmak için birilerinin bunu anlatması lazımdı. Bendeniz müsadenizle biraz bahsetmek istedim. Bütün bu haberleri izledikten sonra kalemimin elverdiğince. Aslında bunlardan biride benim. Bu yüzden, evrende bir noktanın üzerinde hep beraber durduğumuz sürece neden birbirimizi sevmeyi eksik edelim.

27 Ağustos 2013 Salı

     Uyuyamıyorum. Uyuyamıyorum. Deniyorum ama olmuyor. Kapatıyorum gözlerimi yastığa başımı koyup inatla. Olmuyor. Uyuyamıyorum. Daha ağır basıyor düşünceler. Uyuyamayacak kadar yorgun yaşamım. Bir şarkı açmış, balkonda oturuyorum. Belki temiz hava rahatlatır biraz olsun diyorum. İçimdeki zehri dışarı atmak için bağırmak istiyorum. Olmuyor. Aksine küsmüş bir çocuk gibi suskun öylece gecenin bitmesini istiyorum. Gece bitmek bilmiyor. Gerçekten neden bitmesini istediğimi de bilmiyorum. Ruh halim bir gidip bir geliyor. Aptalca, inatla sana yazıyorum. Ürkütecek belki yazdıklarım seni ya da daha çok uzaklaştıracak bilmiyorum. Yapabileceğim bu yani, sana zarar vermemek için masumca aklımdan geçenleri yazıyorum, bir kağıda. Keşke okusan yazdıklarımı çok çok eskiden olduğu gibi. Eskisi gibi yazmıyorum ama okuduğun her şey tek birine yazılıyor artık. Sadece sana. Unutamadım işte acı, tatlı ne varsa. Ben bu yüzden gidemiyorum senden. Gidemezken bu şehirden, biri nefes almaya başlamış yeniden. Hoş geldin sen. Peki ben neden üzülüyorum buna. Bilmiyorum. Seni görmeyi istiyorum. Tanıdığın herkesten daha çok. Vazgeçiyorum sonra. Korkuyorum gözlerini yeniden görmekten. Sessizce uzaktayken sen, bu kadar ağır değildi ayrılık. Ah! Keşke bir delilik yapsan şimdi. Yok olma zamanı öyle değil mi? Yok ol ama bir gün okursan bu yazdıklarımı. Sor. Demiştin ya seni hep hatırlayacağım diye. Anlamak için beni bir kez sor. Korkutmasın yazılanlar seni. Sen bir delilik, görmeyi iste birde. Ben öyle bakmam gözlerine gördüğünde. Kaçırırım, onlar da zaten dalar gider uzaklara, eski bir tanıdığa bakmaya... 

26 Ağustos 2013 Pazartesi

     Ben kış aylarında yazmayı daha çok severim bilir misin? İşte artık bunu da öğrendin. Neden mi severim? Kalemin mürekkebi donar, içinden sıcak bir nefes katarsın. Yani yazının kağıtta bıraktığı güzelliğe birde bedeninde bir parça koyarsın.
     Kalem yazmayı bıraktıkça zorlarsın. Daha fazla O'na yazmak için. İşte bu yüzden kış aylarında daha çok severim yazmayı. Ha... Birde kışın insan dediğin de doğaldır. Yazın anlaşılmaz... 
     Belli belirsiz bir dünyada yolculuk ediyoruz her birimiz. Bir gün yolumuz evrenin bir noktasında kesişiyor ve yeniden birilerini tanımak zorunda kalıyor insan. Bazen karşısındakini dinleyerek, bazen izleyerek, bazen de dokunarak ona.
     Bence seni tanımak, gözlerinde ki keder perdesini izlemekti. Her güldüğünde daha bir geriye gönderdiğin keder perdesi. Çoğu kişinin yanında olduğu kadar farkında bile olamadığı, sadece sen gülerken içinde kendin bulduğun. Çocuksu hayallerle kurduğun dünyada bazen seninde unuttuğun keder perdesi.
     Gözler. Gözler gerçekten yalan söylemez. Bakmam dersin, bakarsan görürsün. Biz insanlar 'yine nerelere daldın' diye gözünün önünden geçirdiğimiz bir eli, senin nerelere gittiğini öğrenmek için geçirirken. Sen yine 'bir şeyim yok' diye geçiştireceksin. Yanında ki insan gerçekten baksa gözlerine, gözünün senden habersiz evrene bıraktığı gerçeği görecektir bir şekilde. Fakat bizler hiç bir zaman bakmayı öğrenemedik bu şekilde.
     Birileri her zaman olacak hayatta, kendi yalnızlığını, geçmişinden geleceğe isterken.
     Hayat istediğin gibi bir kelebek misali renkli, çoğu kişininde çevresinde görmek istediği kadar, hatta kimi insanların yakalayıp yakından görmek istediği bir kelebek esintisiyle içindeki hayat.
     Fakat tanımlayamadığım ve sende hep gizli kalacak. Gözlerinde ki güzelliğin ve mutluluğun gizleyemediği ara sıra da olsa beliren bir perde var geride, çok geride, kimsenin belki de göremeyeceği.
     Haylaz bir çocuğun sevinciyle örtülü, gizli kalmış düşünceler, düşünde, beyninin içinde olacak. Bakışlarının dediğim gibi oldukça gerisinde.
     Hayallerin var birde. Seni mutluluğa tek sürükleyen, hiç bir zaman vazgeçemeyeceğin ve her fırsatta birini avucunun içine alıp yaşamak istediğin hayallerin.
     Benim gözümün önünde ise, güler yüzlü iyilik perisi, şımarık çocuk ve her ne olursa olsun gülmeyi yüzünden eksik etmeyecek bir kız çocuğu olacaksın. İnsanların senin için kullandığı itici ve argonun dile yerleşmesinden sonra doğan havalı tasvirleri onların seni tanımak için henüz Tanrı'dan müsade alamadıkları anlamına geliyor, takılma. Bu yüzden hayatta seni böyle bilecek bir çok kişi olacak. Unutma! Onları kafana takmayacağını biliyorum. Yinede görmezden gelme. Tanrı'nın müsade vermesine tenezzül etme. Sen yine iyimser ol ve kendin öğret en güzel gerçeği tek seferde.

25 Ağustos 2013 Pazar

 Aşk bu muydu? Ranzalarda düşler eskidi gitti. Hangi hayat, hangi yasak karşılar bizi. Bizi biz yapan hayaldi belki. Ayrı ranzalarda düşlerken bitti.

Ayrı Olduğu An, Aynı Olduğun An

     ...Yeniden "Merhaba". Okuduğun bir kitaplar,dinlediğin müzikler, gördüğün şehirler ve yaşadığın hayat bu merhabanın ne olduğunu anlatamayacak kadar eksi. Bu merhaba 'hoşgeldin' demek yeniden. Kaçmayı beceremediğin hayatında geride bıraktığın ne varsa onlardan sana olan bir merhaba. Dünden bugüne, bugünden yarına uzanacak bir merhaba. Gittiğin zamanı hatırla. Öyle kolay değildi gitmek, o gün. Fakat gittiğinde alışmak. Alışmak... Öyle tanıdık, yepyeni, yeni bir kendin, kendinden yaratmak gibi. Yeniden gitmek şimdi, aslında ilk gittiğin gibi...
     Değiştiğini düşündüğün olmuştur pekala da bunu büyük bir gururla etrafına sunmuşsundur. Adını da dedim ya 'değişmek' koymuşsundur. Değişmek bu değil. Senin ki öğrenmek, daha tecrübeli olmak, çevrendeki insanlara göre. Tecrübede iyidir. Büyüyerek olmaz. Bilerek, görerek, yaşayarak olur. Neler yaşadın, ne gördün, neler öğrendin kim bilir. Ne kadar anlatsan da içinde farklı şekillenir. Fakat iyi de olsa, kötü de olsa tecrübe senindir ve iyidir...
     Dönüyorsun, içinde anlatılmaz bir burukluk, anlatılmaz bir mutluluk. Değil mi ? Ne güzel bir seyir... Peki değişen nedir ? Değişen ağaçlar(çiçek açmış olacaklar), insanların giyimleri(hava sıcak, biraz daha ince olacak), şu sıralar ekonomi(olaylar ülkeyi epey gerdi. Petrol fiyatları ve dolar yükseldi), siyaset(Mısır, Suriye, Türkiye, Avrupa, Amerika birbirine anlam veremedi) ya da yaşadığın şehir(yollar açıldı, yeni kaldırımlar, yeni binaları getirdi)...
     Diyeceksin ki bunlardan neden söz ediyorsun bana. Boş boşuna konuşma. Belki dinlersin dedim. Bir zamanlar dinlediğin gibi. Hatırlar mısın?  O gün, o gece de gideceğin yerden söz ediyordum sana. Acemi. Öğreneceklerinden, burada vazgeçtiklerinden, kızdığın insanlardan, görmediğin rahatlıktan, ilginç hayatlardan ve ömründe belki bir kez görebileceğin doğal güzelliklerden, tarihten kalma yapılardan ve en güzeli de farklı insanlardan oluşan kasabalardan. Aynı konuşmayı orada benim yaptığım gibi yapar bir akşam üstü sana belki de. Ses tonu aynı olmayan, bana yabancı, sana göre anlamlı biri. Onuda dinlersin. Beni dinlediğin gibi. Sonra vazgeçmek istemediklerini, vazgeçtiklerini, geri döneceğini, geldiğinde hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını söylersin sende ona. Değişen işte bu. Değişen konuştuğun insan, değişen konuştuğun mekan, değişen konuştuğun zaman.
     Anlatabildim mi bilmiyorum. Benim tecrübem, seni anlatır mı bilmem ama...
     Değişen 'Hoşçakal' derlerken. 'Hoşgeldin' dediklerini duyduğun an.

24 Ağustos 2013 Cumartesi

     En iyisi şöyle yapalım. Bütün nedenleri bir kenara bırakıp hayatımıza bakalım. Neler oluyor, nelerden uzak kalmışız. Başımızı yastığa koyup, uykumuza dalmadan önce, bu gece (geçmişe çok dönmeyi sevmesem de) eksik bıraktığımız ne varsa yeniden yaşamaya denemeye karar verelim... Mesela ilk olarak uzun zamandır dinlemediğimiz bir şarkıyı dinleyelim. Hani bizim için yıllar önce çok değerli olan çok sevdiğimiz bir şarkıyı ve sonra birer birer güzel olan her şeye yeniden göz atalım. Bir de bu seçimlerimizle bir gün yaşayalım, geçmişten. Nelerin değişeceğini düşünmeden gidişatına göre zamanın içinde biraz geçmiş zamanı analım. Ne dersiniz? Hiç farkında olmadan kaybettiğimiz o kadar güzel şeyin doğması, bizi bir an olsun mutlu eder mi? Ne gerek var dediğinizi duyabiliyorum, birazda hoşuna gittiği için gülümsediğinizin... Fakat hiç birimiz denemeden bunun nasıl bir durum olacağını bilemeyeceğiz. Korkmayın! Hiç birimiz ben dahi bir şey kaybetmeyeceğiz. Bu oyundan ( küçük sevimli bir oyun diye nitelendirmek istedim bu masumiyeti yüksek müsadenizle ) keyif almayı deneyelim. Çünkü geri dönüp seçtiğimiz zamanlar bizlerin daha önceden büyük mutluluklarla yaşadığı anlardı. Bu sayede belki büyük farklıları anlamış olacağız ve hayatımızda çok değişik bir yönde sayfalar açılıp, yaşayacağımız yeni olaylara güzel katkılar sağlayacağız. Size bunu yapmanız için ısrar etmeyeceğim. Bunları söylememdeki neden, sizlerin aklında kalan, zamanında yaşanmış ve yaşanacak zamanda sürekli aklınıza yapışıp duracak, yapmaktan çekindiğiniz şeyleri daha rahat yapabilmeniz için küçük bir fikir. Koşmanız için adım atmayı gösteriyorum yüksek müsadenizle sadece... Artık sıra sizde...  

22 Ağustos 2013 Perşembe

     Mutlu olmak kolay değilmiş arkadaş. Gece oluyor, sözcükler boğazında düğümleniyor. Yavaş yavaş mırıldanıyorsun bir kaç şey. Dinleyen biri yok zaten. Kendi deliliğin içinde sarmalıyorsun yalnız bedenini. Yok olma zamanı artık şimdi. Eski müziklerde kendine anlamlar arıyorsun. Belki uyanık bir eski bir dostta mesaj atıyorsun, asıl mesaj atmak yahut konuşmak istediğin insanın o olmadığını bile bile... Sonra bir sigara yakıp kendini odadan balkona atıyorsun. Gecenin serinliği titremene neden oluyor. Göz yaşların rüzgarın etkisiyle biraz daha kurulanıyor ve bir nefes çekiyorsun sigarandan. Gözlerini hala yanmakta olan evlerin ışıklarına çeviriyorsun ve başını gökyüzüne kaldırıp bir kez daha aya bakıyorsun. Yıldızları arıyorsun şehrin ışıklarından kaybolmuş yıldızları. Kutup yıldızını hedef alıp ilerliyorsun gecenin içinde... Mutlu olmak kolay değilmiş arkadaş...

20 Ağustos 2013 Salı

Karşılıksız

     Ne demiş şair: "Belki bir gök kuşağının altında buluşuruz. Belki bir imkansızlık denizinde iki küçük balık oluruz".
     İlk kez unutulmanın acısını, uzak kelimelere sığınmış, yaşıyorum. Yorgun bir hayat benimkisi. Henüz değişmemişken cümleler, bir adamdan kadına geçerken yaşam. Hatırlarsın aldığımız ilk karar, gerçek olup yaşanmamışken, son sözü yine sen kendi bencilliğin içerisinde, hafifçe söyleyerek gitmiştin. Yeni lezzetler, farklı hazlar ve birbirinden ilginç görünen karanlık, anlaşılmaz gibi duran lisanların içinde benden bir adım öndesin işte. Hiç bir şeyin aynı kalmadığı dünya bile değişirken, bir adım önde. Hayata biraz geç başladın oysa, bende denedin bir kezde. Vedaların bile farklı olabileceğini anlattın. Değişen düşünceler, kara kaplı defterler üzerinde, farklı ülkelerden seslenerek yazılmıştı. Gerçek, soğuk bir düzen ve sen.
     Sonsuz bir huzur aradım sonrasında geçen günlerden. Uyudum, uyandım baktım. Gece. Gece uzun, yıldızlar gökyüzüne doluşmuş. Çok geç kalınmış hayata, bir kez daha başladım. İnsan sarhoşken pişkin, ayıkken pişmanmış. Üzülmek, çok geç dedim kendi kendime. Sonra öyle bir öfke hissettim ki sana karşı. Bir şeyleri değiştirmek için çabaladığımı anlayınca öfkem kayboluverdi usulca. Sustum. Olmuyordu. Kaybetmemek, aynı yere dönmemek sadece ölülere mahsusmuş. Bu yüzden tekrar tekrar denedim, karanlığa düşene dek, yalnızlığımın farkına yeniden varana dek. Oluruna bıraktım artık seni; olmazlarında bende kaldı. "Vazgeçtim" diyebilmek ... Umarım bunu da üzerine alınmak istersin. Zaman lazım sadece, birazcık daha zaman. Unutacağım... Nasıl unuttuysam çocukken kırılan oyuncaklarımın hüznünü, kırılan kalbimi de öyle unutacağım... Ve aşk… Bir gün gelip mutlaka bulacak senide. Birini seveceksin, birdenbire herkes o biri olacak. O da sende kalacak, benim sende kaldığım gibi... Lal olacaksın bakışlarının önünde, ruhun derdini anlatamayacak hiç. Hayatın boyunca yanında yer alacak kişilerden parçalar koparıp, onun eksikliğini gidermeye çalışacaksın, olmayacak. Bir yap-boz gibi doğru parçayı bulmayı denedikçe diğer parçalar da bozulacak. Bir türlü asıl resmi tamamlayamayacaksın. İşte! O gün benim bu halimi anlayacaksın...

16 Ağustos 2013 Cuma

Ben Sana Hiç Yetişemedim

Bu kaçıncı...
Aşk yasaklanmış bu şehirde.
Kimse!
Kimse, farkında değil ağladığımın.
Gözü yaşlı sokaklarda gezmek...
Rüzgara sırtını vermek,
İtercesine, bırakmak kendini.
Unutmak!
Unutmak, ne mümkün söylesene.
Kaç sevda, kaç ayrılık yıpratır daha.
En büyük hilenin içinde kalp,
Kalbin içinde acı.
Çığlık çığlığa haykırışlarla dolu,
Sessizliğin korkutucu yanı.
Öyle ya...
Susmak!
Susmak, zamanın en büyük ilacı.
Hep iyi olmak istedim, 
Çünkü biliyordum,
Çocukken öğrettiler bir reklam repliğinde:
'İyiler daima kazanır.'
Öyleydi;
İyi olup, kötünün ne olduğunu unutana kadar.
Sonra reklam kaldırıldı bir gün televizyonda.
Ve biz kötüyle tanıştık.

8 Ağustos 2013 Perşembe

Yol

     Hadi oğlum gecikmeyelim! Yol beklemeye gelmez...
     Sıkı giyin henüz bahar gelmedi. Hatırlıyorum yıllar önce bir İzmir yolculuğunda tanışmıştım bu şehirle. Hatırladığım kadarıyla yaşım senden biraz daha büyük olmalıydı ayaklarımı bu Frig toprağına bastığımda. Biliyor musun Ankara, Afyon ve Eskişehir’in geçmişi milattan önce yedi yüzlere dayanıyor. Kim bilir en son gördüğümden bu yana neler değişmiştir şehirde. Kar tutmuştur şehri şimdi. Yollar buz kesmiştir. Biz Ankara çocuğuyuz elbette bu duruma adapte olmamız kolay olacaktır. Hadi al sırt çantanı saat 6.30…
Böyle söylemişti babam Eskişehir’e ilk kez gideceğim günün sabahında. Benden habersiz planlarını yapmış, İzmir Mavi Tren 7.30 seferine biletlerimizi almıştı. Hiç unutmadığım baba oğul en güzel günü birlik yapılan gezimizdi. Yıllar sonra onun yokluğunun burukluğu içinde yine sırt çantamı takmış bekliyorum Ankara Gar’ının 1.peronda 7.30 Yüksek Hızlı Tren seferi için. Babamın hayallerimde o zaman Friglerden aldığı sandığım şehri babamdan sonra miras edinip yeniden almak için…
Tren usulca perona yaklaşmıştı. Çocukluk yolculuklarım da olduğu gibi yine cam kenarı koltuklardan birinden almıştım biletimi. Yol boyu geçen arabaları, uçakları saymak eğlenceli gelirdi o yıllarda. Onları babama göstermek, bir gün benimde birine sahip olacağıma söylemek. Henüz uçak alacak param olmasa da bir arabam olmuştu.
     O yıllarda bu kadar çabuk varmamıştık Eskişehir'e. Yol bazen bitmeyecek gibi görünüyordu kocaman trenin içinde ayaklarımın yere bile değmediği koltuğun üzerinde. Babam da keşke bu günleri görebilseydi. Dört, beş saatlik yol artık Ankara’dan bir buçuk, iki saat arası kadar kısa bir sürede alınabiliyordu. Eskişehir Gar’ına ayak bastığımda ilk gün ki heyecanımı hala yenememiş olacaktım ki koşarak çıkmıştım gardan. Eskişehir Garı görünüşü ile farklı gelmiştir bana o yıllarda bile. Şimdi biraz daha modern çizgilerle süslense bile o gün keşke bir fotoğraf çekinseydik diyorum şehre girmeden garın önünde babam ile. Onun tren sevdası, gezme tutkusu, özlüyorum.
     Karnım açıkmış olmalı şehrin havasından sanırım. Tükrük köftesi yemek için uğruyorum, Köfteci Ali’nin yerine. Usta şöyle biraz yağlı tarafından olursa kıymanın, yarım ekmek, bol soğan, birazda domates. Yanına da bir ayran verdin mi tamam diyorum. Paket mi diye soruyor. Gezerek yemek istediğimi söylüyorum. Aldığım gibi yarım ekmeği doğru Odun Pazarı’nın yolunu tutuyorum. Odun Pazarı buraların ilk yerleşim alanıymış öyle söylemişti babam. O yıllarda hayli kalabalıktı fakat şimdi daha bir kalabalık geldi gözüme. Odun Pazarı deyince görülmeye değer oluyor lüle taşı ile yapılan eserler haliyle.   
     Dolaşırken girdiğim bir dükkanda pipoları inceliyordum. Satıcının dikkatini çektim sanırım " Kanuni Sultan Süleyman..." dedi. Anladım şu an popüler bir dizi var ve satışlar için ondan yararlanmak istiyorsun ama kalkık burunlu bir Osmanlı hanedan mensubu... Pes be birader. Bu kadar fiyat mı biçilir diyorum… Gülüyor…

     Yavaş yavaş gezmeye devam ediyorum Odun Pazar'ını fotoğraf karemde biriktirerek. Tarihi camiler, evler, şelale park ve hoş muhabbetlerine ortak olduğu esnafla devam ediyorum ‘çiğ börek’ yemek için merkeze doğru yola. Severdi babamda çiğ böreği yanımda olsaydı ama ‘sabah yenir evlat’ diye yedirmezdi köfte sonrası bana. Şehrin modern haline alışamadım eskiyi anımsadıkça. ‘KaraKedi’ de bir boza içip çiğ böreğin üstüne yeniden döndüm gara babamla ikinci durağımız Balıkesir için biletimi almaya...

7 Ağustos 2013 Çarşamba

     Kan damlası ve mavi bir gökyüzü. Kırlangıç mevsiminin baharı, göğsümde acıyan bir yara, dün akşam ki avdan kalan. Karanlık dünyanın efendilerini hissediyorum, geçmişte yaşayan canlıların ayak izlerini bıraktığı toprakta. Üşüyorum gece serin burada. Orman yeterince karanlık ve tek ışık etrafı aydınlatan, ateş böceklerinin yaydığı gürültünün arasında ki bıraktığı parlaklık.
        Zaman yalnız bıraktıkça bedenimi farkında oluyorum üzerimdeki eksikliklerin. Günlerdir evimden dışarı atmıyorum adımlarımı. Arada bir elim telefonuma uzanıyor, ne arayanım var ne soranım. Bir mesaj bile gönderim yok! Kimse yokluğumun farkında değil. Sadece ben varım yalnız. Düşünüyorum anlam veremiyorum. Nedenlerini arıyorum, gelmiyor muyum hiç kimsenin bir an olsun aklına. Nasılsın? diye bir soru sormaları değil istediğim, hiç yoktan kendileriyle ilgili bir yardım arayan biride mi yalnızlığımın içinde yer alamaz. Bu kadar zor mu bir insanı hatırlamak, yoksa sadece bana ait mi bu düşünceler, bu kader. Yalnızlıkla başım belada gibi görünüyor yazdıklarımla bedenim. Aslında öyle düşünmüyorum insan her zaman kendisi için yaşar ve kendi yalnızlığını yaratır biliyorum. Ben de elime telefonumu alıp bir şekilde birileriyle yalnızlığımın sebep olduğu anı değiştire bilirim, yine de bekliyorum. Benden arda kalan bir şeylerle yalnızlığımın benim dışımda bozulup, hayatımdan çıkmasını. Yazdıkça bu yaşantı mı yeni sorularla birikiyor kalemim. Belki de bu duyguyu arayan insanlar vardır diye düşünmeden kendimle gurur duyuyorum. Hiç yoktan yalnızlığın ne olduğunu, nasıl yaşandığını, nelere yol açtığı, nasıl giderileceği hakkında bir çok cevap buluyorum. Dediğim gibi bu duyguyu bilmeyenlerden biri değilim. Peki sıra şu soruya gelmedi mi? Yalnız kalmayı ben mi istiyorum yoksa zorunda mıyım? Ben kimim neyim neden birileriyle hayatımı ödüllendireyim. Neden onlarla zamanı çöpe atılmış gibi geçireyim. Yalnız ve kendimce kendimi mutlu eden duygularla yaşamak varken, neden birilerini davet edeyim düzenimin bozulması için. Fark etimde ne istediğim belli değil şöyle bir dönüp yazdıklarımı tekrar tekrar okuyunca içimde ki çıkmazı anladım.  

Kafkaesque

Dün gece masumiyeti gerçeklikten silinmiş. Flu, ağır aksak rutin fizik kurallarını reddediyordu bünyem. “ İyi değilim ” diyordum sürekli, ...