22 Kasım 2015 Pazar

Yol Nereye Gider

Gözlerimi açtığımda halen otobüsteydim. Yolculukların en kötü anı, bir an önce geçmesini istediğiniz yolların seyrinde ağırlaşmış göz kapaklarınızın birden kapanmasıyla, gözünüzü açmanıza neden olan bozulmuş asfalt yolların varacağınız yere gelmeden sizi uyarmasıdır. Yinede ineceğim yere yaklaşmış olarak uyanmam güzeldi. Daha önce onlarca kez kat etmiştim aynı otobüs firmasıyla bu yolları. Değişen hiçbir şey yoktu. Asfalt yolların bozulduğu yerler haricinde. Muavin, keyifli bir gün dilekleriyle anons yaparken, doğruldum ve gerildim geriye doğru. Huysuz bir halim ve uyuşmuş bir vücudum vardı. Yanımda koridor tarafına bakan koltuğun yolculuk boyunca boş kalması güzeldi. Oldukça rahat geçirmiştim bütün bir yolculuğu. Uyuduğum kısımları ve uyandığım anı saymazsak. Kaptanın park yapmasıyla orta kapıdan kendimi dışarı atmam arasında vakit kaybı çok yoktu. İndim ve bir sigara yaktım. Bavulum yoktu. Sırt çantamı aldığım gibi çıkmıştım yola. Kaçmak gibi. Kendimde değildim, düşüncelerim susmuş, beynim bomboştu. Halen uykulu bir tarafım olduğundan değil. Aksine otobüse bindiğimde olan yorgunluğumu geçiren bir tadımlık uyku olmuştu, koltuk uyuşuk bıraksa da bazı bölgelerimi. Sigaramdan bir fırt daha çektim ve yolcu kalabalığından içinden hafif manevralarla sıyrılarak biraz öteye ilerledim. Gün batıyordu, o kadar güzel bir görüntüydü ki böyle büyülü bir anda onunla olmam gerektiğini hissettim. Onunla olmam. Ne kadar zaman sonra bilmiyorum, yanımda durup benimle aynı anı paylaşan kızı fark ettim. Güneş gözlükleri manzaranın tadını çıkarmasına razı gelmese de, çok güzel açık kumral saçlarıyla izliyordu gün batımını benim gibi. Onlarca martının suya batıp çıkışını, güneşin battığı o anda bu görüntünün yaşattıklarını sanki an durmuşçasına benimle beraber izliyordu. Gün tamamen batana kadar öylece yan yana durduk. Yanıma gelmedi, konuşmadı, kımıldamadı hatta. Benimle beraber martıları izledi. Ters ışıkta onlarca martı bize yetişmeye çalışıyordu ve birden kayboldular. Hepsi bir anda, gidişlerini izledik. Aniden. Kaçıncı sigaramı içtiğimi bilmiyordum, yorgundum, üzgündüm ve martılar gitmişti, dalgalar biraz kendini hissettirmiş ve hafif bir rüzgâr eşlik etmeye başlamıştı ona güneşe el sallar gibi geceye uğurlarken yerini. Şehre varmam için otobüs durağına doğru yürüdüm. Şehrime vardığımda hava kararmıştı, bitkindim ama uykum yoktu. İki şişe ucuzundan öküzgözü ve çalkarası karışımı şarap alıp evime vardım.Telefonum ne yolculuk boyunca ne de sonrasında çalmamıştı, telefonumun artık çalmayacak olması kulaklarımı sağır etti. Onu bir daha duyamayacak olma düşüncesi mideme bir bıçak sapladı ve beynim bomboştu. O kadar düşünemiyordum ki kendime yardım edemiyordum bile. Kendime yardım edemiyordum. Fazlasıyla aciz hissediyordum kendimi. Ben hiç daha önce böyle hissetmemiştim kendimi. Bana neler oluyor, Tanrım. Panik halinde evin içinde dolaştım, salon, mutfak, yatak odası, banyo… Her yerde fotoğraflar, her yerde hatıralar, eşyalar. Geceliği yatağın kenarından sarkıyordu. Komidinin üzerinde en çok sevdiği şairin kitabı halen duruyordu. Tokası ve parfümü banyo aynasının önündeydi. Tokadının izi hala yüzümde... Ağlaması hala gözümün önünde... Gülüşünü hatırlayamıyorum. Olduğum yere çöktüm, ayaklarım taşımıyordu, oysa ağır biride değildim. Yer çekimi daha bir fazla geliyordu sanki. Bir insan ne kadar çökebilirse o kadar çöktüm, boğazımda acı bir tat, bedenim soğuk zemin üzerine uzanmış dizlerimi karnıma çekmiş, ağladığımı hissediyordum. Ağladığımı… Toprağın dibine indim, köklere sarıldım, kendime sarıldım. Ağladım, ormanları besler gibi ağladım, vücudumdaki tüm kanı akıtır gibi ağladım, bir insan ne kadar ağlamaması gerekiyorsa ben o kadar ağladım… Ağladım…


Kafkaesque

Dün gece masumiyeti gerçeklikten silinmiş. Flu, ağır aksak rutin fizik kurallarını reddediyordu bünyem. “ İyi değilim ” diyordum sürekli, ...