28 Ağustos 2017 Pazartesi

Scoperta

# https://www.youtube.com/watch?v=-hTL9xPMB4I #

Yıllardır sizin yerinize bu şehre göz kulak durumunda kendimi sahipsiz sokak köpeği gibi hissettiğim çoktur. Bugün yine böyle başımı evden dışarı çıkarmış yeni rotamı belirlerken metroda buldum kendimi... Uzun zamandır gitmek istediğim, gıda mühendisi ve kahve tutkunu zarif bir hanımefendinin yaklaşık bir senedir işletmeciliğini yaptığı Rispetto Coffee Co.* üçüncü dalga kahve evlerinden birini daha kefşetme imkanı buldum. Büyük bir zevkti kahve evinin sahibi Nihan Hanım ile tanışmamız.

# https://www.youtube.com/watch?v=q-i9IZkcTOo #

Gerçekten geç kalınmış bir zamandı... Bazılarımızda öyle değil mi? Zamansız gideriz. Tanımadan ya da eksik bırakarak. Oysa daha gezilecek, büyüdüğümüzü ve neye dönüşeceğimizi göreceğimiz zamanlar vardır. Oysa siyah-beyaz rüyalarda, bir de vakti geldiğinde anlattığımız hatıralarda kalırız.

# https://www.youtube.com/watch?v=_qphknagXqA #


Şehrin kalabalık caddesinin arkasında, öğleden sonrası için bir kaç saatimi geçirdiğim bu kahve evinde, severek içtiğim Kolombiya kahvesi, Nihan Hanım'ın engin tecrübesi sayesinde eşsiz, yeni ve huzurlu tadıyla eşlik etti bana bu seferimde. Kristal bardağın içinde sunumuyla, V-60 ile demlenmiş "El-Desvelado" kızılcık, kuş üzümü, kırmızı elma ve kiraz gibi meyvelerin şurupsuluğunun yanı sıra çikolata kaplı bal badem tatlılığı ile mükemmel bir kahve lezzetiydi. 



Kahve kokusu, sokak kokusu ve mekandaki müziğin verdiği huzur elbette yazmak için güzel bir üçlemeydi;


# https://www.youtube.com/watch?v=ECW_qfrhiw8 #


İnsan, insan insan... Kalabalık, çoğul bazen, yalnızlık; hal hepimizin. Çok sıcak değildi. Sigaramı rahatça içebilmek için kahvemi söyledikten sonra bahçedeki dört beş masadan güneşin düşüş açısını da hesaba katarak kendime en yakın gelen masaya oturdum. Yaz sıcağından büzüşmüş ama hala yeşildi ağaçların yaprakları. Yazın son 3'e kalan zamanları.

Aynı şehrin çok uzak köşelerinde oturuyorduk kuşkusuz. Akşam eve döndüğünde son kahvesini yudumlarken, bir yudumunun boğazında düğümleneceğinden habersiz, geçmiş bir yaşama ait, hiç bir temizleme durumunun etki edemediği bir leke gibi. Gözünde yaş birikecekti kadının. Gülümseyecekti ve her iki durumda da öyle içtendi ki o an, gerçekten güzelliğin ta kendisiydi.

Garip bir keder, canının parçalarını alıp savurmuştu. Artık parazitli, kesik, yankılı, telefon konuşmaları yapmayacaktı. Şiirler okunmayacaktı. Adamın derdini anlatmaya çalıştığı karmaşık mesajları daha bir anlamlı kılmak için uğraşmayacaktı. En kötüsü alışmak... Özlemin; önceleri keşif, sonraları uyuşturucu acısı...



"Gülümseyişi; bir umut, bir dilek, hep böyle kalsın, hep böyle sıcak, korunaklı, insanca."

# https://www.youtube.com/watch?v=lPFZDrqzWII #

Müzikseverlere Not: Satır aralarındaki müzikler gün içinde dinlediğim müziklerden bazıları. 

*Adres: Rispetto Coffee, Yukarı Bahçelievler Mahallesi, 59. Sokak, No:15/C, Çankaya/Ankara

27 Ağustos 2017 Pazar

Ben de seni bekliyordum, efendim. Buyur, otur.

Düşünüyorum da efendim, bunun böyle olması lazımdı, diyorum. Diyorum çünkü; kırık bir zamanın üstüne kırılgan hayallerde kurmamalıyız. Beni bir türlü sevemiyordu. Aslında seviyordu da sevemiyordu. Hakkı da vardı. Beni hayatımda hiç, hiç kimse sevmemişti efendim. Nasıl olduğunu biliyorum. İleri sarılan bir şarkı, naftalinlenip bir köşeye koyulan eski bir kazak, okumak için hiç kapağı açılmadan çantada dolaştırılan bir kitap. 

Olanların sizin gördüklerinizle bir ilgisi yok efendim. O da şimdi benim gibi bir şeylerden uzak, yaz günü tozlu sokaklardan geçip gidiyor. Gitsin! Düşünmesi bile tuhaf ediyor, o kişiyi. Olan her şey ruhumda oluyor aslında. Bakıyorum elgince mutluluğa, bağımlısıyım bu yüzden umutsuzluğumun. Bu bir veda konuşması değil efendim, bu bir kaybedişi kabullenme durumu. Bu yenilmenin getirdiği bir hazımsızlık, herkese karşı savunulan şeyin yalandan ibaret olması, düşünülen şeylerin aslında hiç söylenememe hali. Bu bir karmaşa bütünlüğü, hiç çözülmeye çalışılmamış düğümlü bir ip, bu öyle bir şey ki efendim, artık bir dinleyicisi yok. Söylemeyemiyorum, s harfi eksik bir kelimeyi...


# https://www.youtube.com/watch?v=EFJ7kDva7JE #




"Şu senin tutkulu sesin var ya;
Ortak güzellik artı yara izi. "
— Cemal Süreya

Düşün bakalım, sen neye aşıksın?

"Aşk çeşit çeşittir: Ne kadar tanıma ve yaşama biçimi varsa o kadar da sevme biçimi vardır. Biri bedenleri sever diğeri fikirleri. Aşk, Güzellik İdeali’ne ulaşıncaya kadar süren bir yol alıştır."
#Sokrates#

26 Ağustos 2017 Cumartesi

Her şey gitmek için zamanını ve sırasını bekliyordu

Gençlik parkına kıvrılan yolları geçtikten sonra, yıllardır birilerinin önce terk ettiği, sonra geldiği garın içine girdim. Epeydir fotoğraf çekmiyordum burada. Tren yolları hüzün kadar huzurdur. Yanımdaydı bu sefer makinem. Sabahın çok erken saatleriydi. Burada rahatlık verici bir tenhalık, uzayan demiryolları, peronlarda bir sessizlik vardı. Daha gelecek çok tren ve gidecek bir o kadar tren vardı. Hiç bir şey geldiği yerde kalmıyordu. Her şey gitmek için zamanını ve sırasını bekliyordu. 

Oldukça sakindi. Bir kişi yasak olmasına rağmen köşede sigarasını tüttürüyor, bir kaç görevli memur sakinlikten olduğu yerde yarı uykulu bekliyordu. Belki de yeni gar bölmesinin (daha modern bir topluma açılan, kayıp, her şeyin göz büyülediği bir yer) yapılması ve sabahın erken saatlerinde olması en çok bu sessizliği sağlayandı.  Pazar gününe uygun düşen bir sakinlik diye düşündüm. Cumartesiydi oysa. Saat 6.15. Avluda yitirdiğim Ankara'dan bir parça. Güzel anılar. Güzeldi anılar. Anılar hep güzeldir. Yinede…

Günler sadece güzel şeyleri taşıyıp getirmiyordu. Zaten mutluluk duyulan şeyler de, bir süre geçtikten sonra yerini yine o kıpırtısızlığa bırakıyordu. Kıpırtısızlık. Sessizlik, özlem, acı… İnsanı her yanını saran düşünceler.

Devam eden sadece çürümeydi. Ağır ağır, ağrılı bir çürüme. Sonrasında bir kokuşma. Kimsenin tanıyamadığı bir beden haline bürünen dek. Zaman geçtikçe, tecrübe kazandıkça insan ruhu denilen şey katılaşmaya başlar benden. Yeni doğan bebeğin yumuşaklığından bir iz kalmamıştır artık. Amaçsız neşe, hisleri en saf şekilde belli etme, doğal dürtülerini açıkça açığa vurma artık yoktur. Bunların yerini bu dürtüleri saklamak gerekliliği almıştır. İşte bu doğal dürtüler engellendikçe katılaşma ve yaşlılık başlar. Ölüm huzur diye düşünülebilir, sonunda bu da gerçekleşecektir.



24 Ağustos 2017 Perşembe

Zaman

Küçüğüm, sana hayatın iyiye doğru gideceğini söyleyebilmeyi isterdim, ama gitmeyecek. 
Durum şu ki, iyiye doğru gitmesi gereken sensin, hayattan bekleme bunu. 
Hayatı kişiselleştirme sakın, ondan hiçbir şey bekleyemezsin.
Nehrin seni yıkamasını beklemediğin gibi.



2015 yılı resmi kayıtlarına göre bu şehirde tam olarak beş milyon iki yüz yetmiş bir bin kişi yaşıyor. Bana sorarsan bu sayı yedi milyona yakın. Ama konumuz bu değil. Seni bu şehirde bulma ihtimalimin beş milyon iki yüz yetmiş bin kişide bir ve ortalama bir insan ömrünün altmış yıl olduğunu ele alırsak. Yani onbir bin altıyüz seksen sekiz günlük kalan ömrümde günde yaklaşık dörtyüz elli yüz görmem gerekiyor ki otuz iki yıl içinde seni bulabileyim. Kaldı ki bu da çok uzak bir ihtimal, çünkü altmış yıl içinde ikimizden biri ölmüş olabilir. Bu şehri terk etmek zorunda kalabilir. Dahası altmış yıl sonra bu gözlere, bu kalbe, bu bedene sahip olamayacağım. Şimdi, asıl konuya gelmek istiyorum. Ben ömrümü seni aramakla değil, seninle geçirmek istiyordum… 

Tüm Renklerin İçinde Yaşam

Şehrin ayakaltı olmayan, turistik sayılmayan, sadece eskimiş ve tedavülden kalkmış köşelerine sığınıyorum bu günlerde... Aslında bir çok insanın yakınlarından geçtiği kaldırımların, sokakların ardına gizlenmiş yerlerde diye bilirim. Yeni tatlar peşinde. İnsan her zaman haz peşindedir. Kâh keyifli bir kalabalık, kâh sakin bir ortam karşılıyor. Sade ve huzurlu kapıların ardı... Kapılar hep açık olmalı, itildiğinde... Taze kahve kokusu bütün ruhumu sarıyor gerçekten burada.

Son zamanlarda üçüncü dalga kahve dükkanlarının artan modası, yeni yerleri de keşif merakımı beraberinde getiriyor ve bu yolculuğumu seviyorum. Bugün ki durağım Padam Coffee Shop* camekanının ardında kalan yeşilin, içerideki kahverengi hayata vurması, Ankara'nın resmi kaldırımının kenarı ve kahve çekirdeğinin kavruluş hikayesi, tazeliği... İşte! Bir yudum kahve.  

Kahve, kitap ve yazmak üçlüsü daima önemli bir yer oluşturmuştur bende. Bu yüzden artık blogumda gezici yazım mesailerine başlamaya karar verdim. Popüler kültür hem bu tür yazıları seviyor. Düşündüklerim, gördüklerim, söylemek istediklerim ve hissettiklerim bir arada. Burada...

Yaşamak bizim gibiler için yârenlik etmek en çok, anlatılmayanları paylaşmak usul usul. Anlatıyorum... Büyük işleri acelesi olanlar başarsın, benimki; küçük, hatta çoğu insan için önemsiz ve kim bilir değersiz ayrıntıları aktarmaktan, "Bu da mümkün hayatta" demekten ibaret. Dinlemek isterseniz.

Yani, bir bardak kahve, bir lokma tatlı karşılığı... Üstü sizde kalsın.

Güzel müzikler dinleyin, iyi kitaplar okuyun, iyi bir işiniz olsun. İyi bir kadın/adam yanınızda olsun. Sohbet edin. Sinemaya ya da tiyatroya gidin tercihinize göre. Sergilere, konserlere ve akşam yemeklerine katılın. Sizi mutlu eden şeylerle uğraşın. Tadın, konuşun ve dokunun...

Her şeyi üzerinde tutan yerküre bir depremle, bir doğa felaketiyle sizi içine çekmiyorsa halen yaşamaya mecbursunuz ve yaşamı sevin. Cehaletinizi ve çocuksuluğunu sevin. Mahkum etmeyin mutsuzluğa kendinizi.

Görüşmek üzere... Şehrin insanları.


*Adres: Padam Coffee Shop, Atatürk Bulvarı 237/16 Kavaklıdere/Çankaya- ANKARA
  

20 Ağustos 2017 Pazar

VERBUND

Sen hiç yalnız kalmadın mı?
Kalabalığın içinde, sessiz
Derdine derman aramadın mı?
Kadehlerin dibinde
Sözler sahteymiş, çek kendini adım adım
Yüzler belliymiş yağmurlarda aradığın,
Bulamadığın
Beklediğin


" https://www.youtube.com/watch?v=aJDDDSX8MJs "


Ve artık inanmıyorum, geçmişime... Bir vazgeçiş özgürlüğü bu kimileri için, iliklerine kadar boş biri, iliklerine kadar özgür... Söylenecekler, susulacaklar, beklenecekler, bulunacaklar, aranacaklar, gezilecekler, gidilecekler, bilinecekler hepsi, hepsi bitti. Yemekler tabaklarda, içkiler bardaklarda, yaşanamayanlar da kursaklarda...

Baş başayız, rüzgar ve ben. Rüzgar dost şu an. Saçlarımı okşayan, göğsümde baskı kuran. Sağ yanımda Ankara'nın geri kalanı. Yıldızlar tepemde, rüzgarın dağıttığı bulutların gidişiyle... Rüzgarda bulutların peşinde. Sol yanım boş...  

Akşamları batan güneş umrumda değil. Gece daha uzun, gece kayıtsız,  gece suskun. İnsanlığımdan soyuyor beni yalnızlığım. Daha bir acımasız, daha asi ve sinirli.

"Geçer hepsi, kafana takma..." der şimdi biriniz. Geçmez, geçmedi işte, geçemez, geçen; zaman diye nitelendirdiğiniz kavramdan başka bir şey değildi...


Yarım kaldı. Sende kalsın, yarım
Tadın kaldı. Bende kalsın, tadın
Bir daha dokunamazsın
Karşılaşırız. Karışır dün ile yarın


Ne büyük kara mizah değil mi? İtalya gibisin, yalnızca hayalimde kalan. Göremediğim, gidemediğim, yürümediğim sadece uzaktan bildiğim... Hep sevdiğim... 

Coğrafyası iki bedenlik, bir zamanlar bir ülke olduğumuza kim inanır şimdi. Benimse tarih öncesinden bir kalıntı olduğuma, yıkamadığın. En çok boşluğu anlatan, bir kalıntı. Madem...


Ver bana, ver ateşi
Bir iz kalmasın burada
İstemediğin




19 Ağustos 2017 Cumartesi

Kaçış

Zaman onun için ertelediği kendiydi. Gün cumartesi sabahına ışıyınca acıktığını hissetti. Gözleri kan kızılı... Kendisine ödül niyetine bir tost hazırladı. Bol peynirli, salçalı, patatesli, sucuklu. Eriyen peynirin salçayla birleştiğinde oluşan kızılın ve kızaran patates ve sucuğun cızırtısı eşliğinde etrafa yayılan tost kokusunu öteden beri severdi. Annesinin hazırladığı pazar kahvaltılarını, geç saatlere kadar arkadaşlarla içilen içkinin sonunda ki kaçamaklarını, bir üniversite kantini hatırlatırdı bu koku. 

Artık hiç biri yoktu. Yalnızlık, ıslanmış bir kaban gibi ağır geliyordu üstüne. Kahvaltısını yaptıktan sonra, Türk kahvesi eşliğinde bir sigara içti balkonda, bir sigara daha. Hava güzeldi; ne yapacağını düşünmeye başladı.  " Evde oturmamak için güzel bir gün" diye içinden geçirdi. Tanımadığı insanlar çok önce uyanmış, baştan aşağı jilet gibi giyinmiş, üstlerine bolca boca edilmiş parfümün kokusuyla ilerliyordu sokakta. "Dışarı çıkmanın kendisine de iyi gelebileceğini" düşündü. Bulaşıklarını yıkadı, duşa girdi, traş oldu ve üstünü değiştirip, o da diğer insanlar gibi parfümünü sıkıp çıktı evden. 

Hızlı adımlarla semti değiştirdi. Gözüne çarpan tabelaların sayısı artmaya başladı. Tabelalar; yazılar, sezonluk indirim afişleri, happy hour reklamları, tasfiye nedeniyle zararına satışlar, renkli vitrin camları, sivri burun ayakkabılar, yüksek topuklar, sanki her şeyin üzerine basıp geçebilirmiş gibi, taşlı kolyeler, leopar desenli elbiseler, iç çamaşırları, çantalar, elele gezen çiftler, yalnızlar, nereye gittiğini bilmediği; ailesinin elini tutmuş çocuklar, yaşlılar, öğrenciler, belediye görevlileri, polisler, işçiler, devrimciler, ayyaşlar, dilenciler, hırsızlar, arsızlar, namuzsuzlardan olaşan etrafı temiz ve bir o kadar kirli kalabalıkla çevriliydi. 

Hiç biri umurunda değildi. Yorulduğunu hissetti. Dinlenmek için bir apartmanın girişinde ki merdivenlerinde soluklandı. Nefesi daralıyordu. Nefes almasını geciktiren o gün ki acı nüksetti. Bir nevi kriz. Bir nevi sancı. Bir nevi ölüm. Ölümden hep korkardı. Bir kere ne yaşayacağını bilir olunca daha da panikliyor insan. Denemişti üstelik; ilaçlarla, alkolle, gözyaşıyla, yazıyla, kayıtsızlıkla, müzikle, televizyonla, çeşitli hobilerle, elinden elen tüm imkânları seferber edip kurtulmayı denemişti, uyumasına bile engel olan bu acıdan. Ama  o yinede bir gedik bulup sızıverdi dışarı...

Oturduğu yerde, gök yangın kızılı, sonra gittikçe kararan gümüş grisi oldu. Üşüme, susuzluk ve açlık her şey ertelenebilir bir durumda alnını ters başmış ve oturduğu yerden doğrulmaya çalışmıştı. Bitmeyen hesaplarının, yaşamak için zamanının daha hazır olmadığını o an anladı. Eve dönmeliydi. O miat dolmadıkça, boşluk olanca varlığıyla etrafından ayrılmadıkça, başlangıç olanağını kendinde bulamayacağını nereden bilebilirdi.

Ama işin acı yanı da şuydu: Devam da edemiyorsun o bitiremediğine. O artık başka bir şeye evrilmiş. Seni tamamlayan aşk değil, eksilten bir ıskalanmıştı elde kalan.

14 Ağustos 2017 Pazartesi

Yarattığın boşlukta "Sevgi" tespit edildi!

Böylesi daha iyi... Aşkla ıslatılmış, sevgi ile soylulaştırılmış ve yüreklendirilmiş bir insan olmak. Öyle yavaş yavaş ölmezsin, yalnız ölümü düşlemezsin, tam tersine yaşar ve hayatı becerebilirsin.

Unutma, hayatta insanı bir yere getiren kaybettikleri değil, muhafaza ettikleridir. Hayat insanı ilk andan beri defolu imal etmiştir. Tıpkı outlet mağazalarda satılan ucuz ürünler gibi. İnsan bazı gerçeklerin farkına mütevazi akşam üstlerinde güneş ince ince batarken varıyor. Manzara komik ve acı verici. Hiç koşarak hayatı terk ettin mi? Evet! Elbette ettin. Kabuğuna çekilip yaşadığın hayatta mutsuzluğunun tek kaynağının "sevgi" olduğuna lanet ettin. İnsana içinde huzur da gerek.

Ancak aradığı şeyi dilinin ucuna getirip, kendisine itiraf etmekte gerek. Kuşları duymak, renkli uçurtmaları görmek, insanları sevmekte gerek!

Hiç kabuğunu kırmadığın için, güneşi görmeyen bir meyve çekirdeği gibi, acılar içinde ama saçma sapan acılar içinde, gitgide sahteleşerek körleştin. Sevgi, kısıtlı kaynaktır. Tüketmesi kolaydır, sürdürmesi irade ister, öğrenemedin.

Ama istediğin özgürlükse ve o özgürlüğün sonunda gözyaşı varsa benim orada olacağımı biliyorsun ve öperek sileceğimi gözyaşlarını....


13 Ağustos 2017 Pazar

İnsan Öldürür

Neden mi çok yazmaya başladım? Neden mi sen varken bu kadar yazmıyordum? Yazıyordum... Sadece yazdıklarımı sen görmüyordun. Haşere çocuklar gibi gizlediklerimi arasan da gözünün önüne koyduğum şeylere bakmadığını fark ettiğim günden beri saklamıyordum hiç birini. Sen hep aklından geçen yerlerin, aklından geçen düşüncelerin içinde dönüp durdukça, gözünün önünde olanları kaçırdın hepsi bu.

Neden okumak istediğinde göstermediğime gelince yazdıklarımı, onca zaman içinde... "Hani uzun ve soğuk gecen kış ayları vardır; bir karanlık dolar insanın içine, artık sıkılır soğuktan, üşümekten, ellerini cebine koysan bir dert koymasan, ne yapacağını bilemezsin ya. Sonra hani alışır o zamanlara, bir sabah birdenbire, bir sabah, deli dolu bir bahar gününü görmek şaşırtır ya insanı. Hem sevindirir hemde ne yapacağını bilemez." İşte bu yüzden istemedim yazdıklarımı okumanı...

Artık okuyorsun. Hiç merakta bırakmayacağım seni, beni aramasanda, beni hissetmesende, kumlu, çakıllı kıyı boyunca denizin hışırtısının içinde. Aklına gelmeyecek olsam da gün batımlarında, başını yastığa koyduğunda yazdıklarımı okuyacaksın... Belki bir süre. Olsun ben hep yazmaya devam edeceğim ve bildik bir söz bekleyeceğim, eskiden kalma... Yinede ben...   

Ben... Evet! Ben, bir gün canımı acıtan kelimeleri senden duyacağımı bilseydim. Belkide sana karşı bu kadar sade, sevgi dolu, çocuksu, içten, samimi, iyi niyetli ve yalansız olmazdım. Yine yalan söylemeyeyim seni severken ben hep böyleyim. Bu halimden vazgeçmeyeceğim, diplerim de cümleler saklamayacağım. Fakat bu kez ağır gelecek bu kez yazdıklarım sana. Çünkü, aç karnına bile tartıda epeyce haneyle yer eden sözleri yazıyorum bu kez sana. Kusura bakma, kibarlık bana göre mi?

Neyse... Diyeceğim şu ki,

Sen... Evet! Sen, haklı olduğun cümlelerle boğuşurken, sana yetemeyeceğim düşüncesi aklını her geçen gün çelerken... Evet! Ben, ben buymuşum meğer. Eski bir kafa, yaşlı bir beden, korkak bir akıl, günü geçmiş ufak ekose gömleklerim, kendine ait olmayan eşyalardan oluşmuş aşırı kalabalık bir yaşam alanım. "s" harfini hayatım boyunca düzeltemeyecek çocukluğum, zaman zaman aşırı Anadolu şivesine kayan kelimelerim... Evet! Bunlar benim. Ben, insanların özenle hazırladığı, pahalı bulduğum yerleri lükse vurarak, beğenmemezlik yapan. Demek ki alışmış olduğum bataklığın esaretinden kurtulamamışım. Belli ki rakımın yanında, ahtapot salatası, kalamar, topik, avakadolu karides, zeytinyağlı fava, tatlı niko yemeyeceğim ama rakımın yanında haydari, şakşuka, peynir, kavun ve taratordan vazgeçmeyeceğim.

İsmini saydığım diğer mezeler de ne? Aristokrat konuşmalar, edebi kelimeler, çok kültürlü olmak bana ait şeyler değilken, ben yazmayı da bırakmalıyım bence. Basit bir adamım ben çünkü. Konuşmayı beceremeyen, giyinmeyi bilmeyen, anın tadını çıkartamayan, her şeye laf eden, olur olmadık konularda direten. Patavatsız, ahlaksız, saygısız, anlayışsız... Ben buyum...

Ben yolları yalnızlığıma katıp devam etmeliyim sadece. Yolları, ıslak bir günden, soğuk bir geceye ayaklarımla eskitmeye devam etmeliyim. Eksik kalan bütün o yollarında çıkmaz sokağını, ters yönünü öğrenmeliyim. Birde korkularım. Korkularımı yenmeliyim... Kaybetmekten korktum, kaybettim. Sevmekten korktum, sevdim. Bu kadar gerçek korkularımı yenmişken, geride kalan zamanda ne kadar bedel bıraktıysam, yarınlarıma da o kadar sevdalı gitmeliyim. Artık yeni şeyler öğrenme vakti. Yazmayı, yüzmeyi, giyinmeyi, konuşmayı, yemeği, savaşmayı öğrenme vakti...

Son kez batsın güneş, hep hatalı olduğumu, bana verilmeyen şansları ve yalnızlığımı içine katıp, yeni doğan günle yeniden başlama vakti. Teşekkür ederim. Sana hep teşekkür edeceğim. Seni hep seveceğim. Sevdiğim için bazen çok sert sözler söyleyeceğim, çok ağlayacağım ama demişler ya sadece insan öldürür sevdiğini.

    

12 Ağustos 2017 Cumartesi

Mektuplar I

Bir cennet çıkacak mı önüme? Bilmiyorum. Ama bir cennet çıkabilir diye düşünüyorum. Cennette cehennemde bizim düşünce ürünlerimiz değil mi sonuçta? Beni, zorla yaşamak istemediğim saatlere iten bir sebep var belli, yine de bir cennet düşünmeme kimse engel olamaz. Adını kimsenin sen olduğunu bilmeyeceği bir cennet. "Aramak" sonu olmayan, bitmeyen bir çaba.  "Bulmak" ise bir donukluk, donmuşluk... 

Saat güneşin batmasını biraz daha var, 15.23

Gecenin sabaha dönmesinin üzerinden epeyce zaman geçmişti, tüm gece senin uyanık olduğun saatlere dalmıştım. Anlam vermeye çalıştım içimde. "Neden?"

Sonra bıraktığım yerden çalışmalarıma devam ettim... Saat sabah 09.30. İçimde hissettiğim ne varsa kenara bırakmamın, devam edemeyeceğimin farkına varmam çok geç olmadı. Annemin ısrarı üzerine kahvaltı masasında oturdum bir süre. Sırf o üzülmesin diye bir kaç lokma bir şey attım ağzıma. Sonra demli bir bardak çay eşliğinde balkona çıktım... Annem, "Artık içme şu zıkkımı diye homurdanmıyordu." Gri betonların zamanla doldurduğu boşlukların arasında Ankara'ya şöyle bir baktım, çayımdan bir yudum aldım ve sigara mı yaktım. Derin bir nefes, bir derin nefes daha sonra, bir yudum çay, bir derin nefes daha üzerine. Ne kadar derine çeksem de, derinde bir yerleri bulanık yapmıyordu dumanın gücü işte! 

Sonra dayanılmaz olan odamın duvarlarının ortasında kaldım yine, sigaram bitmiş, içerideydim. Kurtulmak için kaçtım. İçeriden, dışarıdan, yalnızlıktan, kalabalıktan...

Yolda yürürken, aklıma sevdiğim yazarların özledikleri yaptığı bir şey yapmak geldi... Gülümsedim, uzun bir aradan sonra. Gönderemeyeceğimi bildiğim halde, önüme gelen ilk kırtasiyeden içeri girip epeyce bir zarf aldım. Bir süre idare edebilirdi kesinlikle beni.

Zaman zaman sana anlatamadığım ne varsa yazmak için elbette. Anlamışsındır. En azından kendiyle konuşup, kendini dinleyen bir deli gibi görünmekten iyidir bir yerde yazmak...

                        "Yazmak, bana ait,
                                          yazmak, sana ise güzel..."

İşte bu o yazmalarımdan biri... Biliyorum okuyorsun zaman buldukça sende. Umarım sıkılmazsın, bir gün değiştiremediğim kelimeleri gördüğünde... Bu yüzden burada bazılarını paylaşacağım. Diğerlerini de kimsenin görmeyeceği o zarfların arasında... 

Neyse ne diyordum... Sonra zarfları aldım. Adımlarım seninle gitmek isteyip de gidemediğimiz ya da seni götürmek istediğim yerleri tanımak istedi. Henüz bende gidememiştim, benim için, senin için Ankara için yeniydi. Bu kez yalnız, gülümsemeden çekilen resimler içinde... Çünkü gülümsemenin, seninle olan güzel bir bağlantısı vardı. Ve bu mektubu son adresini bir türlü belirleyemediğim o Cinnah yokuşundan terler içinden sana çıktığım akşam gidemediğimiz "Milanese Coffee"de yazıyorum... Denemelisin... İtalyan kahveleri harika gerçekten... Bir sonra ki rotamı ise hafta içine bıraktım, sana yakın, bana uzak bir yere... Belki gitmişsindir diye düşünüyorum sende... "Lavinnia Antique Coffee" ismi, adresini bu kez not ettim, umarım bulmakta kolay olur gittiğim gün...

                                                                                        Selametle...
                                                                                                  Seni seven çocuk.


                                                        12.08.2017
                                                               ANKARA 
                                                                    (Libya Caddesi)

Kendimi, yüreğimi anlattım, anlatmaya devam ediyorum sana; hemde hiç süslemeden bir yazar edasıyla değil, hiç değiştirmeden. Yalın, sade... Eğer yüreğim değiştiyse onu değiştiren de, süsleyen de sensin...

11 Ağustos 2017 Cuma

Birgünden Sonrası

O akşam sokakta yürürken gurur duyuyordum kendimle. Gurur demek az bile; o hissin tadını dudaklarımda hissettiğim an dehşete kapılıyor, çocuksu, uçarı koşmak istiyordum delice... Tanrısal bir edayla atıyordum adımlarımı. Dudaklarım belli belirsiz kıpırdarken şöyle diyordum yürürken:

"Bu çağdan ben geçiyorum, bu kaldırımda benim ayak izlerim, burada tarihe damga vuracak bir adam yürüyor!" Göğe yükselmemek için kütlemi artırıyordum, yer çekimine dahil olsun diye. Sanki kendi kendini büyüleyen sarhoş bir büyücüydüm. Kızılay'dan Güvenpark'a geçerken meydandaki ışıklarda durdum sonra kalabalıkla birlikte,

"Neyin var senin?" dedim, "ya sabah kahveyi çok kaçırdın ya da aşıksın" dedim, "ne kadar da zekiyim, hemen buldum cevabı" Tekrar yükselmeye başladı bedenim, ayaklarım yer çekimini hissetmiyordu yeniden. Sonra ışıklardan karşıya geçtim.

Hava hafiften soğuk, çatlamış ellerim cebimde iken, Brautigan'ın dizeleri aklıma geldi;

"Bazen hayat sadece bir kahve meselesi; 
                              ya da bir bardak kahvenin 
                                              ne kadar yakınlık getirebileceğinden ibaret"

Sonra kendi dizelerim aklımda belirginleşti;

                                                       "O kadar güzelsin ki, 
                                                                               yağmur başladı...."
-----------------------------------------------------*----------------------------------------------------------

Çünkü bu hayatta her şey bir kahve ile başlıyor, onunla içe bilirsen. Sonra dudaklarında kuruyor seni heyecanlandıran ilk öpücük. Sonra sararıyor fotoğraflar. İçin yana yana unutmaktan korkuyorsun bazı güzellikleri. Unutmayacağını bildiğin aklına düştüğünden, onun unutabilme ihtimali basıyor en derin yaranın üstüne. Canın acıyor.

Sonra, sonra son bir kahvenin koyu karanlığında o aydınlık yansımayı araya başlıyorsun... Ayaklarının yer çekimini hissetmediği günü düşünmeye başlıyorsun, dudaklarında düğümleniyor her şey... Bir şey diyemezsin, diyemeyeceksin, yine yazabileceksin;

"O kadar güzelsin ki,
                           yağmur başladı...     
                                        ayrılık adında,
                          sigaranı titreyen avuçlarında yaktığında,
                                                  oradan bir yerde bakıyordum sana"





10 Ağustos 2017 Perşembe

Kağıda boş boş baktığımda kalemim adını yazmaktan öteye gitmiyordu. Durdum, derin bir nefes aldım. Geride çalan şarkının çalışma mesailerinde odanın duvarlarında en çok dalgalanan şarkının sözleri olduğu fark ettim. Aslında senin bu şarkıyı tekrar tekrar dinlediğini duyduğumdan beri ilk gün dinleyip sevdiğimden daha çok sevdim, hayat deniz'inde, tekin gelmeyen geceleri...
Holün ışığına kilitlendim sonra bir süre. Nefes alamıyor gibiydim. Daralıyordum. Bir saat önce kapattığım telefonum "yaşayamadıklarımıza susuyordu" 

Duymuyordum, gecenin sessizliğinde bile kalbimin sesini. Korkuyordum. Bir ölü ne kadar yaşar ise öyle yaşıyordum.

Sonra göz kırpan sokak lambası... Karşı binanın camlarından vuran diğer sokak lambalarının yansıyan parıltısı daha sonra... sonra aynı ışığa maruz kaldığımız akşamların özlemi. Sonra yine sen...

Sonra elim yazmaktan öteye geçen cümleleri yazdı... Yaş oldu...

Bana inan, tükendin benimle,
Bana güven, düzeltebilirim her şeyi...
Öyle...

Baktım bire süre daha fırlayıp alnıma çarpan cümleyi. Anlamını çok iyi kavradığım her şeydi. Bütün duyguların insan hayatında aynı anda yaşayabileceği bir yerdeydi. Bu "gösteri bitti" demekti.

Salona yürüdüm. Holün ışığını kapattım.

Telefonum çalmıyor.


Kafkaesque

Dün gece masumiyeti gerçeklikten silinmiş. Flu, ağır aksak rutin fizik kurallarını reddediyordu bünyem. “ İyi değilim ” diyordum sürekli, ...