29 Aralık 2012 Cumartesi

"..."


soğuk bir akşam
birileri sokak başında bekliyor
kadınsı bedenleri
ellerin de tütün lekesi
dedim ya
soğuk üşüyorlar
ceketimin kolu sökük

kavgadan
kavgamdan
kavgamızdan
Hep aynı şarkı, tekrar tekrar çalıyor. Anlamıyorum dili fazla farklı geliyor. Ama başka dilde aşkı anlatıyor gibi...
Yeryüzünde en asil olan. Bir tek sana inandığım doğruydu. Yanlışı da seninle yaşadığım. Asıl soru şimdi olan. Her gece ya da her sabah uyandığımda bana kalan. İnanmadığım bir yalan.
Hüzün kapısını açık bıraktım. Gir içeri üşüme.
Oysa seni dinliyordum soğuk bir Ankara akşamında ne kadar uzak olsan da bana, susmalarınla.

28 Aralık 2012 Cuma

Bir Taksicinin LOS ANGELES Hikayeleri

      6.45 , Kadıköyün yağmurlu ve puslu sokaklarında Türkçe'ye çevrilmiş, DAN FANTE romanı.                                
'Babam John Fante için.                                                                  Teşekkürler, seni muhteşem orospu çocuğu.'
 




     "Bazen diyor Fante,
      Yaşamınızdaki her şey boka sarar.
      Tüm hayatınız bok çukuruna doğru sürüklenir ve
      farkına vardığınızda her şey için çok geçtir."

     "Seni, puşt herif...Cebinde bin dört yüz dolar taşıyan sensin. Ama sakıncası yoksa, yolda durup yine markete uğraya bilir miyiz? Sanırım alkol parasına sıkışığım. Çok şey istemiş olmam değil mi?"
     Bir taksi şoförünün tuhaf hikayelerini, yaşamın ilginç kesitlerini ve asalet, sex, para, aşk, gurur, ihanet, alkolizm. Aslında bir taksi şoförünün değil bir insanın yaşam mücadelesi içinde kaybolduğu anlatıyor Fante.
     Belki de. Sizden birini.
   

Sex, Rain, Road...

     Dudaklarında geceden kalma ruj kırıntıları, rimeli akmış yürüyordu. Gece bitmiş sayılmazdı. Saat 5.34. Pazar sabahı. Kimseler yoktu sokakta, caddeler bir kaç saat önce yağan yağmurdan arındırmıştı kirliliğini. Sadece kadın üzgün, ıslak, korunaksız ve hafif alkol kokan nefesiyle yürüyordu.
     Neler yaşamıştı bütün gece ve neden ağlamıştı. Yavaş adımlar atıyordu, sanki ayakları geldiği yöne geri dönmek istercesine. Bir an duraksadı, çantasını açtı, uzun süre bir şeyler aradı, aradı, aradı.
     Sinirlendiği belli oluyordu, aradığını bulduğu da, yüzünde ki ifade yerini tekrar almış, titreyen elleri sigara paketinden bir tane sigara çıkartıp, alevlerle ısınmıştı. Derin bir nefes alıp soğuk havanın etkisiyle yoğun bir duman bırakmıştı gerisinde.
     Beyaz bir tişört, yırtık ve dizlerinin üzerinde hatta sadece kalçasının bir kısmını kapatan biçimsiz bir kesilmeyle kendisi tarafından tasarlandığı çok bariz olan blue jean şort, bağcıkları açılmış deri yarım botlar ayağında. Epeydir sokaklarda gezdiğinin haberini veren ıslak sarı hafif dalgalı saçları ve beyaz bir teni vardı. Bir ara sokak lambasının verdiği aydınlık sayesinde gördüğüm kadarıyla.
     Yüzü çok fazla seçilmiyordu, saçları engel oluyordu ışığın yüzüne düşmesine. Sadece dudaklarını görebiliyordum. Gözlerinin yeşil olduğunu düşündüm. Gözlerinin yeşil ve dudaklarında ki rujun kırmızı olduğunu. Bütün geceyi sürekli pahalı bir koktyle içerek geçirdiği belli oluyordu. Sevişmenin doruklarında ki haz ruj kırıntılarının bozukluğu ve dudağının bir kaç saat önce patlamış kısımdan anlaşılıyordu.
     Yanlış yaptığı bir şeyler var gibi, sigarasından uzun uzun nefesler çekiyor ve arkasında bırakıyordu dumanı.  Onu izlediğimin farkında olmayacak kadar dalgın ilerliyordu. Gözlerimin önünden kayıp gidişini izliyordum. Güzeldi. Güzel olan sadece onu izlemek değildi. O güzeldi. Duraksadım, perdeyi biraz daha araladım, pencereyi açtım. Yağmurun getirdiği toprak kokusunu içime çektim, caddeye göz attım ve tam köşeyi dönerken seslendim.
     Durdu, arkasını döndü, başını çevirdi, yukarıya baktı.
     Baktım. Baktı. Baktım...

26 Aralık 2012 Çarşamba

Aşk-ı Doğa


     Serin bir nisan sabahı. Güneş yeni yüzünü gösteriyor toprağa. Vakit geçtikçe hava daha bir ısınıyor. Gözleri gülüyor aşıkların. Dostlar güzel bir pazar günü geçirmek için buluşuyorlar. Güneş heyecan katıyor. Daha bir anlamlandırıyor yüzleri, anıları, sohbetleri. Kıskanıyor bu durumu bulut. Hemen oracıkta çıkıyor güneşin önüne. Aralıkla da olsa yavaş yavaş kapatmaya başlıyor güneşin yüzünü. Güneş bulutun sevgisinden habersiz, sanki inat yaparcasına yüzünü çıkarıyor arkasından bulutun. Bulut daha bir kızıyor, sevdiğinin yüzünü herkese göstermesine... Hızla arkasını dönüyor büyütüyor bedenini ve tamamen kapatıyor aşkının o çekici sıcak yüzünü.        
     Birazdan ağlayacak gibi duruyor bulut. Dönmüş arkasını sevdiğine, tek dosttu olan toprağa vuruyor üzüntüsünü. İnceden ağlıyor, önce sert bir esinti, sonra büyük bir öfkeyle bağırarak. Çoğalıyor göz yaşları giderek. Ne olduysa o an oluyor. Toprak eski dostunun çaresine derman olamıyor ama gözyaşlarını siliyor içine çekerek.
Bu kez ağaç kızıyor toprağa. Henüz yeni yeni süslenirken ona. Açmışken yaprakları, çiçekleri. Bulutla arasında ki samimiyeti kıskanıyor. Kendince üzülüyor o da, toprağın bulutla ilişkisini gördükçe. Nereden bilecek ki toprağa güneşi anlattığını bulutun. 
     Bilemez ki... 
     Ne güneşin bulutu sevdiğini, ne toprağın ağacı sevdiğini kim nereden bilecek ki. Öyle ya biz insanlarda var, habersiz sevdiği olan. Sevildiğinde haberi olmayan. 

23 Aralık 2012 Pazar

Biz İnsanlar


                Başladıklarımız ve başlamaya çalıştıklarımız. Kader, denilen bir çizginin içinde yaşamaya devam eden varlığımız. Aslında; daha neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilmeden büyümeye çalışmalarımız. Biz insanlar seyir defterleri basit ütopyalarla kurulu canlılar olmaya devam ediyoruz. Hiç birimiz diğerimizden farklı değil. Sadece gördüklerimiz ve yaşadıklarımız farklı zamanlarda süregeliyor. Bildiğimiz çok şey var olduğunu düşünüyoruz. Aklımız, bazen kapılarını sonuna kadar zorluyor doğru olanı buluyoruz. Bazen de doğru olduğu sanıyoruz ve inat edercesine arkasında duruyoruz. Her insan bilmeli ki kitaplar, filmler gerçek hayatın yansımalarıyla dalga geçen olgular. Yaşanmış bir gerçeği hiç bir olgu sayfalara veya saatlere sığdıramaz. Atladığımız en ufak ayrıntı değişimi içinde barındırır. Biz sadece tek bir noktada birleşiriz, kitaplarda ve filmlerde olduğu gibi. Ama yaşam öyle değil, kendine katmışsa bir kez olsun, anne karnından çıktıktan sonra, her ayrıntıyı yüzümüze vurur. Acıtmadan, üzmeden, güldürmeden uzaklaştırmaz pençesini üzerimizden. Ta ki son nefesimizi verene kadar farkında olmadan her hangi bir saatte hiç habersiz sorgulamadan.

21 Aralık 2012 Cuma

Arı Maya'dan Maya Halkına Sevgilerle

Maya Takvimi
     Bugün bir uygarlığında sonu bitmiş oldu. Onlara ait ve belki de yüzyıllardır üzerinde araştırma yapılmış olan bir insanlığın tarihinde ki son günde tarihin tozlu sayfaları arasında komik tartışmalar, büyük inanışlar, hayal kırıklıkları ve bazılarına göre büyük bazılarına göre de oldukça küçük umutlarla yer aldı. 21.12.2012 Maya Takviminin son günü. Mayalar kimler, benim küçüklüğümde yani bundan 15 yıl öncesine döndüğümüzde Maya'nın ne olduğunu sorsalar özgün adı Almanca'da 'Die biene maja' olan Alman yazar 'Waldemar Bonsels (1881-1952)' tarafından yazılan kitabının adı ve ya kitabın 80'li yıllarda çekilmiş olduğu Türkçe'ye 'Arı Maya' diye çevrilerek yapılmış olan çizgi film aklıma gelirdi.
Arı Maya (çizgi film)
     Bugün ise Maya'lar benim bildiğimden fazlası ve yeni çocuk kuşağının bir çizgi film karakterinin adı olduğunu bilmemesi kadar farklı bir anlamda. 'Mayalar' ya da 'Maya Halkı' Mezoamerika'da kurulan Maya uygarlığıdır. Günümüzde Guatemala, Güney Meksika ve Yutakan Yarımadası, Belize, El Salvador ve Batı Hondruras'ta yaşayan ortalama 7.000.000 nüfusa sahip Orta Amerika'nın en tanınmış Kızılderili halkıdır. Kendilerine ait Maya dilleri olsa da İspanyolca, İngilizce ve sömürge lehçelerini kullanırlar.
     Maya, kelimesi ayrıca Hinduizm dininde kullanılan  bir terim olup, tezahür etmiş alem denilen, insanın yaşadığı fiziksel alemin bir hayal, bir illüzyondan ibaret olduğunu dile getiren bir inanç kavramdır. Belki de bu yüzden 21.12.2012 gibi bir tarihin önemli bir olay olduğunu düşünen bir çok inançlı toplum, dünyanın sonunun geldiğini varsaymıştır. Oysa bilim ve tek Tanrı'lı bir çok din bunun olasılığını bile vermemiştir. 
     Bugün 21.12.2012 ve Dünya şu anda halen dönüyor, her şey yolunda.
     Bir inanış ya da aldanış daha sona erdi. Yarın ne olacağı belli değil.
     Arı Maya'dan sevgilerle...
   

Geri Geldim

Ben seninle vardım oysa
Geri döndüm bir sabah
Uzun yollardan geri döndüm sana
Sevgilim kimseye uğramadan sana geldim
Ne simitçi Ahmet'e
Ne de kahveci Haşim Abi'ye 
Bir sabah güneş doğmadan sana geldim
Üstüm başım çamur içinde 
Hava soğuk
Yağmur yağıyor inceden
Üşüyorum farkında bile değilsin
Güneş doğmadı henüz 
Tabi uyanabilmiş değilsin 
Sana geldiğimden bile haberin yok
Sessizce geldim sen bilmeden
Uzaktan bir kere daha görmek için
Geri geldim
Özledim de geldim
Ayrıldığımız o yere yine geldim
Ya sen ayrıldıktan sonra hiç geldin mi
Bilmek isterdim
Güneşin doğuşunu bir kez daha burda izledim
Gecenin ıssız haline kadar bekledim
Gelirsin belki diye
Ayrıldığımız o yere
Son kez benim gibi
Gecenin başladığını seyredeğim diye.

20 Aralık 2012 Perşembe

Seni Bekliyorum Çaresiz


Düşüncelerimin pençesi altındayım. Karamsarım, sevgim için endişe duyuyorum. Kanımı ısıtan, acı ve mutluluğu bir arada tutan gerçeğin sonucunu merak ediyorum. Sözlükte ki anlamı 'AŞK' diye nitelendirilen duyguyu düşünüyorum. İnsanı yormasının sebebine anlam veremiyorum. Henüz yeni tanımaya başlamışken, yüzleşmemişken hayat gerçeğiyle birlikte, neden yoruyor seni yaşamak, bekleyen bedenimi. Sana olan bağlılık duygumun gitgide artmasına anlam veremiyorum. Yeni tanımaya başlamış olmama rağmen, aklımın içinde sana binlerce, birbirinden güzel anlamlar yüklüyorum. Yerini henüz belirlemedim bu anlamların, çünkü kusursuz benliğini, içimdeki en güzel yer bile tanımlamaya yetmeyecek. Bir kaç gündür bıraktığım iletilerin cevabını bekliyorum. Öyle umutluydum ki benimle olabileceğin düşüncesinin gerçekleşmesinden. Kuşkusuz. Seni gördüğüm zamanlarda içimdeki duygunun sıcaklaştığını sen bilmeden yaşıyorum. Sadece benim hakkımda bildiğin, gönderdiğim birkaç iletideki yazdıklarım, adım, mesleğim, saç rengim, ten rengim... Bildiklerin çok basit ama değerli ayrıntılar. İnsanı en iyi şekilde ifade eden buluntular. Bunlar gerçek, yadırganmamalılar. Her insan aynı düşünce de yoğunlaşmıştır zamanla. Yakışıklı ve ya güzel kavramını neden bildiğimizi sanıyorsun. Bakarken gördüklerin. İlk bakışta sevdiğin, inandığın ve vaz geçemediklerin. Bir düşün şimdi, al kahveni eline, hayatını geçir gözden, yaşadığın aşklara kulak ver. Kaç erkekle birlikte oldun, kaç erkek tanıdın bir düşün. Sadece senin ilk bakışta sevebildiğin erkeklerdi bunlar. Ne zaman buna önem vermedin ki. Her sevgin bunlarla şekil almıştır, yaşanmaya. İşte, ne zaman o erkekler hakkında, gerçek olanını öğrendin o zaman değişti düzenin, düşüncelerin. İlk bakışta ki aldığın haz rolünü değiştirdi. O anda bitti sevgi gerçeği. Doğru olanı görmeye başladın. Avuçlarının içine alacağın mutluluğun rengini daha zor seçiyorsun artık. Onlara olan güvenin zorlaşıyor. İlk bakışta hoşuna giden adama, ruhunu teslim etmek eskisi gibi kolay değil. Bu gerçeği, bende senin gibi, diğer insanlar gibi yaşıyorum, seni bu yüzden uzaktan tanıyorum kendimce. Fakat resimde bir fark var. Daha dikkatli inceliyorum, tutabilme ümidiyle beklediğim eli. Tualdeki boyanın uyumuna dikkat ediyorum. Uzun zamandır gizli kalmış ünlü bir ressamının eserine bakar gibi. Heyecanla. Her ayrıntıyı, her fırça çizgisini izliyorum. Bu yüzden hata yapmadan biriktiriyorum, başlama gerçeğinden bile emin olmadığım sevgimi. Karşılığında aynı şekilde, bir güven bir aşk kazanmak için ruhumu sana bırakmadan, seninle dolduruyorum. Geldiğinde yabancılık çekmemen, geldiğinde huzur bulman, geldiğinde kendin olabilmen için. Bu yüzden bakışlarıma düştüğünde güzelliğin, perdeleri kaldırıyorum içimde ki. Bence bir insanı tanımanın en derin hali. Bakışlarımdan habersiz. Sade, gerçekçi, kendin gibi oluyorsun. Bu şekilde seni daha fazla ruhuma yakın tutuyorum. İlk kez seni gördüğümde ki acemiliğimi yitiriyorum. Yıllardır tanıyor gibi bekliyorum, karşında.
                Bakışlarımın içine düştüğün de bir gün gözlerin. Geldiğin de karşıma sımsıcak bedeninle. Anlatacak çok şey var bende sana ait. Senden alınan duruşlar. Bir gelsen. Bilmediğin, belki de kimsenin seninle paylaşamadığı, paylaşmaktan korktuğu gerçeği anlatacağım. Sana güzelliğinin içinde ki rolünü, gülerken ki masumluğunu ve tatlılığının yüzünü buruşturduğunda nasıl kaybolduğunu. Öyle bir an ki; çocuk gibi oluyorsun, ağlarken duruşunu değiştirmiş masum, tatlı halini yitirmiş çocuk gibi. Buruşmuş bir surat huysuz bir bakış kelimenin tam anlamıyla. Acıkmış, altına yapmış veya ateşi çıkmış çocuk gibi. Hani derler ya o anda çocukları görünce insanlar 'çirkin, ağlama artık anne seninle ilgilenecek'. İşte, sende kendini mutlu etmeyi yeniden başardığında güzellik sınırlarını aşıyor yüzün, gülen bir çocuk gibi. Kıvırcık saçlarının altında dalgalanıyor masum gülüşün. Olabildiğince, kıskanılacak kadar güzel. Kendini sadece bu şekilde fotoğrafların karşısında poz verdikten sonra çekilen resimlere baktığın zaman görüyorsundur. Aynanın karşısında görebileceğini de inkar etmiyorum ama çok zor bir insanın ayna karşısında bu halini yakalaması. Belki yolda yürürken bir tarafındaki mağazanın camekanında ya da yerdeki su birikintisinde bedeninin yansımasından dolayı, bir anlıkta olsa da görebilirsin gözlerinde bu güzelliği.
                Yansımalar ve yanılsamalar bu iki kelimenin birbiri arasında anlam farkı nedir bilir misin? Gerçekten hoşuma gidiyor bu iki kelimenin özelliği. Yansıma gerçek sen, yanılsama senden ötürü gelen. Hayatın boyunca kaç kez yanılsamaya uğradın bilmiyorum. Bu kez yanılsama diye bekliyorum kapında, beni fark edene kadar, sessizce. Susuyorum artık yazılarımda. Biraz müzik, biraz şarapla eşlik etmeye gidiyorum kendime. Şimdilik sana söyleyeceklerim bu kadar. Belki okursun bir gün, belki de ben anlatırım sana uzun uzun. Unutma yaşaman gereken bir hayat var önünde… Ben içinde, sana ait olamasam da, senin güzel olmasını sağlayabileceğin bir hayat…  

18 Aralık 2012 Salı

Knidos

               Türkiye sınırları içerisinde, bir o kadar da dışında, bir yer. M.Ö. 6 yüzyılda Dor eğemenliğinin altında ‘Knidos’ adıyla anılan bugün ki adıyla Datça. Bir adamın bakışlarından rahatsız olan bir kadının o adama seslenişinin canlı kaldığı bir kent.
             - Beyefendi kalkıp gider misiniz? Ben nereye gidersem siz oraya geliyorsunuz, sapık mısınız nesiniz anlamadım...
                Böyle demişti kadın. İstifini hiç bozmaması garipti. Belki de kadının büyütmesidir, ya da yalnış anlaması. Buradan her yer on lira diyen beyni sulanmış servis şoförü Şarapçı Ali.
    İstanbullu, Datça'da doğan, kırk iki yaşındaki Mehmet abi. Uzun Mehmet'in öyküsünü yazan yazar Efkan Abi. Yatı, katı, arabası ve motor bisikleti olan öğretmen Yücel abi. Biri sekiz, biri de on yaşlarında olan Çağdaş ve Doğukan sahil yolu arkadaşlarım. Benim içinde bulunduğum sokağımın yaşayan yüzleri.
                Her gece sürekli içen, gündüzleri de bakkalında büyük bir ciddiyetle çalışan Bayram Bey. Yolun sonuna yaklaştığının farkına varıp torunu ve çiçeklerine sarılan emekli öğretmen ve şair Murtaza Hoca. Bir operacı gibi konuşan, konuşmasında Ege melodisinin inceliği bulunan Suzi. Onun tam tersi, konuşmayı unutmuş, sanki karısına hediye etmişcesine bu özelliğini, sessiz arada bir karısına şarkı söylerken piyanosuyla eşlik eden Suzi'nin hayırsız kocası... Adı neydi, doğru ya konuşmazdı ki hiç söylemedi.
                Hemen hemen her gün dükkanına gidip maket bıçağı aldığım, kırtasiyenin adının kendi adı olduğunu düşündüğüm Zafer abi.
                Zıpkın lastiği aldığım ve yarım saat sonra takmaya çalıştığımda bana her zaman yardım eden Fehmi Kaptan ve onun bir arkadaşı.
                Deniz kıyısında karısıyla yaşayan, bana sigaranın zararlarından bahseden tonton Osman Baba. İsmini bilmediğim ama deniz kıyısında sürekli dondurma ve haşlanmış mısır satan esmer mısırcı arkadaş. Teninin koyuluğunu Datça’dan almış. Bir bakkal, bakkalın sahibi on on bir yaşlarındaki… Ayakları olmadığı halde sokaktan geçen insanları seyrederek, onlarla beraber gezen, konuşan, oturan, denize giren ve o insanların yerine kendisini koyarak, hayallerle yaşayan küçük adam. Sonradan öğrendim ayaklarını ailesiyle geçirdiği bir trafik kazasında kaybettiğini. Tek, ayaklarını kaybetse iyi anne babasını da orada yitirmişti. Babasından kalan bakkal dükkanıymış işlettiği bu küçük yaşta.
                Her gün belli saatlerde Tak! Tak! Tak! Badem kıran ve rakısına meze yapan rakıyı ağırdan içen Murat Abi. Karşımdan denize giren ama denizden hiç çıkmak istemeyen esmer çirkin bir kız Aylin. Aylin’e pipet versem, denizin bütün suyunu içerek bitirecek kadar çok seviyor denizi.
                Kitapçı bir kız. Kitap satan değil, para değiş tokuşu yapan bir kız. Yeğenlerinin öğrenci olduğunu söyleyen, benimde öğrenci olduğumu duyunca onları aklına getirdiği halde bir kitap için beş kuruş bile indirimi esirgeyen ‘almıyorum’ dediğimde ‘sen bilirsin’ diyerek geri çeviren huysuz paragöz kitapçı kız.
                Bana Can Baba’nın mezarında şiir okumamı söyleyen, Can Baba’nın küçük kızı Su, Serhat Abi ve o gün Can Baba’nın kıraathanesinde benim titrek sesimi dinleyen,
                O gün ki,
                Sanat sevicileri…
                Ve Can Yücel’in o eşsiz üslubuyla yazılmış, kendisinin de Datça hayranı olduğunu gösteren “Vasiyet” adlı şiiri:
           “Beni kuzum Datça’ya gömün
Geçin Ankara’yı İstanbul’u!
Oralar ağzına kadar dolu
Alabildiğine de pahalı,
Örneğin Zincirlikuyu’da
Bir mezar 750 milyona
Burası nispeten ucuzluk
Ortada kalma tehlikesi de yok
Hayır dua da istemez,
Dediğim gibi beni Datça’ya gömün
Şu deniz gören mezarlığın orda,
Gömü sanıp deşerlerse karışmam ama!”

Sevgiliye Mektup


        Daha çok sevilmek isterdim sensiz kaldığımda sevgilim. Senden sonra seni anlattığım her kadın, ne kadar mükemmel bir aşık, ne kadar sevilesi, aşık olunası biri olduğumu söyleyip durdular. Oysa girmeye çalışsam hayatlarına onların, beni senin gibi sevmeye bile başlamadan bıraktılar. Senden sonra sevgilim, çok kadın tanıdım. Hiç birisi senin gibi sevişemedi benimle. Ne zaman tenlerine değse tenim kaçtılar. Sıcaklığımdan korktular. Çünkü onlarla da seninle seviştiğim gibi seviştim. Nereden bilebilirdim ki tek gecelik sevişmek istediklerini. Tek gece içinde acılarını başka kollarda dindirmek istediklerini. Ben onlar gibi olmadım sevgilim. Ben sana değer verdiğim gibi onlara da değer vermek istedim. Onlarda senin gibi beni yaşasınlar, özlesinler, sevsinler ve zamanı gelince tıpkı senin gibi çekip gitsinler diye sevdim.
        Onlar senin gibi değillerdi sevgilim. Sevmeyi beceremediler beni. Bu yüzden yazıyorum bu gece sana. Sakın rahatsız ettiği düşünme yazdıklarımda. Sadece kendimle ilgi bir sorunun cevabını bulmuş olan senden bir şeyler öğrenmek için yazıyorum. Kuşkusuz cevap vermeyeceksin biliyorum. Yine de sormak istiyorum sana. Neden senden sonra tanıştığım kadınlar senin gibi beni sevemiyorlar bilmek istediğim bu işte. Bu sorunun cevabı sadece sende gizli biliyorum. Bunu sana sormam ne denli doğru düşünemeden aklıma geldiği gibi yazıyorum mektubumu.
        Bir gün eğer cevap verirsen soruma, bir şeyi daha söyle. Giderken onlara benzediğin için mi gittin. Yoksa onların beni sevmemesini sağlayan nedenlerden birini mi bildin. 
        Elveda sevgilim...
Sonunu bilmediğimiz bir kelimenin ardında hayat, ölüm varken neden bu insanlar bu kadar rahat.
Bir güzelliğin içinde
Bir tutku bir kavga bir özlem
Nedendir bilinmez
Bir başkadır sevmek
Güzelliğin içinde
Sen

Asıl Kötü Olan


Kötü değildi 
Seni görememenin yokluğu
Hiç tanımamış olmaktan
Yaşadığımız farklı hayatlar var
Bir merhabaya bile uzak
Zaman bizi yaşamaya zorluyor
Ya da sadece beni 
Sana bakmaya alıkoyuyor
İşte hepsi bu
Benden bu kadar
Bir gece olur şiirler yazılan
Sadece seni anlatabilmek için
Dedim ya değildi 


Seni görmek kötü olan
Asıl kötü olan
Seni henüz tanıyamadan
Var olmam.

16 Aralık 2012 Pazar

Başkalaşan Aşk


Bu kez kararlıydı genç adam. Kendinden sürekli bir şeyler çalan, hazzı bu çaldıklarıyla tamamlayan kadından uzak duracaktı, aramayacaktı onu. Yapamayacağını biliyordu, içinde ki aşk göründüğü gibi değildi. Tüm vücuduyla sadece o kadına aitti. Bedeni sefalet içinde, ruhu alev alev yanıyordu...
Uzaktı, çoktandır görmüyordu bakışlarını üzerinde... Bedeniyle en son aylar önce birlikte olmuştu. Yasaktı aşkları evren içinde. Kadın teslimiyetini, değer verdiği bir adama sunmuştu, genç adamı sevdiği onu arzuladığı halde, yıllar önce. Genç adam sadece aşkını söyleyen kadını istiyordu. Evet, birine aitti kadın ama genç adamı sevdiğini biliyordu. Öyle görüyordu genç adamda, beraberken yaşanılanları düşününce. Kusursuz bir sevgi vardı aralarında, göz göze bakarken bedenleri, hissediliyordu.
En son o gece konuşmuşlardı, sabaha karşı bitmişti sözleri aynı yatakta. Kadın bir süre görüşmemeyi talep etmişti genç adamdan, gözlerini kaçırarak. Genç adam hayır diyemedi. Onu o kadar çok benimsemişti ki hücrelerinde, hayır diyemiyordu. Onun için ölümü göze alan bir beden, nasıl olur da hayır diyebilirdi yanındayken, onu delice severken, isterken. Beklemeyi göze aldı, usulca kısık bir ses tonuyla tamam diyerek.
Bu kez gelmemişti kadın, daha önce de aynı sözleri söylemişti, daha önce de bir süre görüşmemek isteği olmuştu. Fakat geldiğinde daha yakın olmuştu genç adama. Zaman haddini aşıyordu bu kez, genç adam dayanamıyor beklemeye, üzülüyordu bedeninin her parçası. Yanan yüreği ve ona ulaşmak isteği söz verdiği halde çaresiz bırakıyordu. Onu üzmemek için ona ulaşmanın en saf halini, az kırılgan halini arıyordu. Kendini sokaklara bıraktı o gece, uzun zamandır alkol almadığı aklına geldi. Önüne gelen ilk barın kapısından içeri adımını attı. İşte o an bakışlarını hırçın, suskun, mutlu, karşısın da yabancı bir erkeğin kollarında duran kadını gördü. Günlerdir aramak için bir yol bulma çabası sürdüren bedeni, onun bedenini karşılamaktaydı. Fakat rolde bir hata vardı. Kadın bu kez onun kollarının dışında başka bir dünya kurmuş mutluluk saçıyordu çevresine.
Kadın, adamı geç de olsa fark etti. Genç adam durumun şaşkınlığı içinde giriş kapısında kalakalmış öylece kadını izliyordu. Kadının yerini terk edişiyle seyir-i bozuldu genç adamın ve kendisine yaklaşan bir beden olduğunu fark etti. Kadın gözleri dolu ona geliyordu, anlatacak bir şeyleri var gibi… Genç adam kadının sıcaklığını hissetmeden, donukluğunu çözmüş bedenini döndü ve bir bira bile içmeden henüz ayrılmadığı ahşap bar kapısının önünden dışarı attı kendini.
Bara gireli çok olmamıştı. Dışarı çıktığında genç adam yağmur yağıyordu. Farkında bile değildi ilerlerken ara sokaklardan, yağmurun yağdığının. Ta ki bir sigara yakmak için duraksadığında, cebinden çıkan kibritin sırılsıklam olduğunu görene kadar. Tamamen ıslanmıştı üstü başı, kıyafetlerinden içeri sızıyordu yağmur damlaları ve bedeninde geziniyordu. Sonra genç adam, üşüdüğünün farkına vardı, üşümek titremesi neden oluyordu. Titreyen vücuduna aldırmadan, başını birden yukarı kaldırdı ve yağmurun yağmasını izledi. Yüzünde ki damlaların sayısı daha bir çoğaldı. Sanki bir şeylerin üstünü örtüyordu yağmur damlaları yüzüne düşerken. Tuzlu gözyaşları eşlik ediyordu yağmur damlalarına… Genç adamın yağan yağmura başını kaldırması bundandı. Kimse neden ağladığını sormasın diye yapıyordu, gizliyordu gözyaşların cevabını.
Kimden gizliyordu genç adam gözyaşlarını. Oysa etraf o kadar boştu ki… Bunun bile farkında değildi. Sessizliği, sadece yağmurun apartman oluklarındaki akış sesi bozuyordu. Sessizliğin içinde bir melodi yankılandı birden. Telefonu çalıyordu genç adamın, rahatsız edici bu sesin kaynağının kendisi olduğunu fark etmesi çok zamanını almadı. Sırılsıklam olmuş kıyafetlerinin ceplerinde telefonunu aramaya koyuldu. Ses gittikçe can sıkıcı olmaya başlamıştı. Bir türlü lanet olası telefonunu bulamıyordu. Kimdi gecenin bu saatinde. Tam kendine gelmişken, tam huzuru bulmuşken, arayan kimdi. Kimdi. Birden farkına vardı, telefonunu çantasına bıraktığının. Çantasına yöneldi, o an yine sessizlik hakimiyetini sürmeye devam etti. Telefonu susmuştu genç adamın. Arayanın kim olduğunu merak bile etmedi, vazgeçti telefonunu çantasından çıkartmaktan. Etrafına bakındı ve yolun ortasında beklediğinin farkına vardı. Ne kadar zamanı geçmişti burada böyle düşüncesiyle saatine baktı. Saat sabaha karşı dördü gösteriyordu. Bir sorun vardı, hava aydınlanmak üzereyken saat bu kadar geri olamazdı. Birden saatinin yağmur sularına dayanamayıp çalışmasını durdurduğunu anladı. Oysa geçen hafta yeni almıştı saatini yaşlı bir seyyar satıcıdan. Üstüne üstelik su geçirmez olduğunu söylüyordu satıcı saatlerinin… Bir an bu duruma bozuldu, sinirlendi fakat umursamadı. Çünkü kafasını kurcalayan zaman değildi, artık zamanın bir önemi de yoktu. Hem nereden gelmişti saate bakmak aklına… Duraksadı. Yeniden, saatin aklına girdiği beyni bıraktığı geceye döndü, en son ona doğru yaklaştığını hissedip barda bıraktığı kadına. Sevdiği kadına. Şu an neredeydi, ne yapıyor düşüncesi sardı bu kez genç adamı. Bıraktığı yerde olmadığını kesindi, bu saatte çoktan kapanmış olmalıydı gittiği bar. Düşüncesi, kadını gördüğü erkeğin kolları arasına kaydı. Onu kollarıyla saran ve mutlu bir yüz ifadesi verebilmesine yardım eden adamla mı beraberdi kadın bunu bilmek istiyordu. Aynı yatakta başka bir erkekle bulunması düşüncesi beynini yiyordu. Belki de ayrı yataklarda olabilirlerdi diye düşündü. Biraz sakinleşti genç adam, yine de aklının bir köşesinde kuruntu yapıyordu. Çok yakın bir arkadaşı olabilir diye düşünmeye başladı genç adam. Bu durumda bu kadar yakın olmalarının bir anlamı vardı. Peki, madem çok yakın arkadaşı idi o adam neden gözleri dolu açıklama yapacak bir ruh halinde geliyordu barda genç adama doğru. Genç adam kafasında ki sorularla boğuşmaya başladı. Kendini mutlu edecek, kadını koruyacak düşünceler kurguluyordu kafasında. Bir türlü sonuç elde edemiyor git gide geriliyordu bedeni yoğunlaşan düşünceleriyle.
            Acıktığın ve titrediğin farkına vardı. Üstü sırılsıklam bütün geceyi dışarda geçirmişti. Uzun bir zamandır da bir şeyler yemediği aklına geldi. Toparladı kendini ve otobüs durağına doğru yöneldi. Fazla üşümeden gelmişti otobüsü evine götürmeye genç adamı. Bindi otobüse, bilet parasını ödedikten sonra boş otobüs koltuklarında yerini ayırttığını düşünerek cam kenarına geçti. Başını cama dayadı. Göz kapakları, güneşin doğuşuyla renklerine kavuşan doğayı izlemesine müsaade etmedi ve kapandı…
            Gözünü açtığında ineceği yeri bir iki durak geçmişti. Otobüsün inmek için ikaz düğmesine bastı ve önündeki ilk durakta indi. Eve doğru yürümeye başladı genç adam. Birden kar atıştırmaya başladı. Gece bardaktan boşalırcasına yağan yağmura inat sakin kar, genç adamı rahatlattı. Bir gülümseme aldı yüzünü. Karın yağmasına çocuk gibi sevindi. Adımlarını yavaşlattı karın altında üşümeyi göze alarak. Doğa bile bu kadar güzel ve mutlu iken neden kendisinin mutlu olamadığını düşündü. Kaybettiği bir aşk vardı. Kendi kaybetmeyi seçmişti belki de o gece tamam diyerek kadına. Genç adam mutsuzluğunun adımını kendi atmıştı. Mutluluğun da adımını atabilirdi oysa. Yapabileceğini biliyordu, onun gibi başka kollarda değil, kendi içinde mutlu olmanın yolunu bulabilirdi. İnanıyordu. Gerçekten hayatını adadığı o kadın mıydı mutluluk, kaybettiği hayatına kaldığı yerden başlamak mı? Düşüncelerinde ki soruların cevabını yüzlerce kez sordu kendine eve gelene kadar genç adam. Mutluluk, mutluluk, mutluluk… Sürekli aynı sözcüğü tekrarladığının farkında değildi. Kadın inandığı gibi mutlu olması için gerekli miydi? Takıntısı gitgide kadına karşı büyüyordu. Acı çekmeyi seviyor gibi görünüyordu. Yaşayacak, yapabileceği binlerce hata varken aynı hatayı tekrarlıyordu. Kadın düşüncesinde mutluluk rolünü değiştirmeye başlamıştı. Artık bir hata olduğunu kabulleniyordu. Değiştiremediği ve önünde saygı durup sürekli korumaya çalıştığı bir hata.
            Eve gelmişti sonunda. Kapıyı açtı ve sıcak evine girmek için adımını korkusuzca eşikten içeri bıraktı. Derin bir nefes aldı. Ayakkabılarını çıkarttı ve üstünde ki ıslaklığın sebebi olan kıyafetlerden kurtulmaya başladı. Çıplak bedenini sıcak bir duşla onurlandırdı. Uzun bir süre benini sıcak suda dinlendirdi. Uyku sarmıştı, yorgundu genç adam. Duştan çıkar çıkmaz doğruca yatağına yöneldi uyumak için. Başını yastığına koyar koymaz bütün yaşanılanları düşünmeye başladı. Yine kendi kendine aynı sözcüğü paylaşıyordu. Mutluluk, mutluluk, mut… Bir kez daha yinelemeden yorgun bedenini uyuyakaldı genç adamın.
            Uyandığında akşamüstü olmuştu. Kar yoğunluğunu azaltmış, ortalık bembeyaz görünüyordu. Güzel bir tablo, karşısında duruyordu genç adamın. Sıcak bir kahvenin kendisine iyi geleceğini düşündü. Tutkunu olduğu Chopin eşliğinde kahvesini hazırlamaya başladı. Bardağını hazırladı ve tablosunun karşına geçti. Bir yandan kahvesini yudumluyor, bir yandan da beyazın saflığını izliyordu. Sokaktan geçen insanlara ve karla iç içe olmuş çocuklara takıldı gözleri. Havanın soğukluğunu olduğu yerden insanların yüzündeki kırmızılıktan anlayabiliyordu. Kahvesini yudumlarken içinde ki sıcaklığı ve huzuru da anlayabiliyordu. Rahatlamıştı düşünceleri, yalnız kalmak, iyi bir uyku ve bir bardak kahve kendisine getirmişti genç adamı. Sanki özgürlüğünü yeniden eline almış gibi hissediyordu. Kadını düşünmüyor, onu aramanın sadece mutsuzluk olduğunun farkına iyice varıyordu. Belki içinde burukluk bırakmıştı, özleyecekti belki de kadını, ama aramayacaktı kesinlikle.
            Kahvesinin seviyesi gitgide bardağında azalıyordu. Birden genç adamın gözü masasının üzerinde ki uzun zaman önce okumak için eline aldığı kitaba takıldı. Kendi kendine içerlendi ve kitabı alıp koltuğuna yöneldi. Hayatına kaldığı en güzel yerden başlamıştı artık genç adam. Bu gece yarım bıraktığı her şeyi tamamlama kararıyla kitabını sonuna kadar okumak için yeniden açtı sayfalarını. Tam kitabın son sayfalarına gelmişken kapı çaldı. Kimdi bu saatte diyerek yerinden kalktı kapaya yöneldi yavaş adımlarla. Kapı inat edercesine birkaç kez daha çaldı. Geliyorum diye seslendi genç adam. Kapıyı açtı ve olduğu yerde donakaldı. Gelen kadındı. Yeniden hayatını toparlamak için içten içe savaş verirken nerden çıkmıştı, neden gelmişti şimdi buraya diye düşündü genç adam. İkisi de sessiz kapının önünde gözlerini dikmiş birbirine bakıyordu. Kadın, beni içeri davet etmeyecek misin diye söze girdi. Genç adam şaşkınlığını üstünden atamadığından başını girebilirsin der gibi salladı. Kadın içeri girdi genç adamın odasına yöneldi ve oradan genç adama hadi kapat kapıyı gel diye seslendi. Kadının sesiyle kendisine gelen genç adam kapıyı kapattı ve odasına gitti kadının peşinden. Kadın genç adamın en son oturduğu koltuğa oturmuş, genç adamda karşısında ki koltukta yerini almıştı. Yine sessizlik koruyordu kendisini. İkisi de konuşmuyorlardı. Sadece birbirini izlemeye devam ettiler. Kahve içermişin diye sordu genç adam. Kadın kısık bir sesle evet, mümkünse dedi. Mutfağa gidip kahveleri hazırlayıp geldi genç adam. Kadına kahvesini uzatırken neden buradasın dedi sesi gergin huzursuz. Kadın genç adamının sesinde ki gerginliğin kendisinden kaynaklı olduğu biliyordu bu yüzden onun bu tavrına ses etmedi. Genç adam kadının içini acıttığını düşünüyordu ve onun burada olmaması doğru olan şey diye düşündü. Öfkeli bir ses tonuyla kadına döndü hayatından defolup gitmesini söyledi. Kendini daha fazla düşürmeden gözünde çekip gitmesini söyledi. Kadının ayağa kalktı, gözleri doldu, genç adama döndü kollarını uzattı ve dudaklarına son bir öpücük bıraktı, seni seviyorum diyerek artan gözyaşlarıyla genç adamın evini terk etti. Genç adam kapanan kapının sesiyle olduğu yere çöktü ve elveda sevgilim diyerek sessizce ağlamaya başladı. Elveda sevgilim. Artık genç adam içindeki her şeyi acıtmış, yok etmişti kadına olan tutkusunu. İlk kez kadına bu kadar sert olmuştu. Geri dönüşü olmayan bir yolu seçerek kadını hayatından tamamen çıkarttı. Yaptığını düşündükçe kahrolmaya başladı, ayağa kalktı dolabından içkisini çıkarttı, kahvesine her zaman olduğundan daha fazla ekledi, kaldığı yerden kahvesini yudumlamaya devam etti. Ağlıyordu, gözyaşlarına engel olamıyordu. Onu o kadar çok seviyordu ki kendini hiçbir zaman affetmeyeceğini düşünerek, kahrediyordu. Özgür olduğu yerde bitmişti her şey. Hayatında ki en kötü an tek mutlu olduğu yerde yaşanmıştı. Kadını düşündü, onu sevdiğini haykırmaya başladı. Durmak bilmeyen gözyaşlarını sildi. Pencereyi açtı kadının sokaktaki gidişini izledi. Arkasından seni seviyorum dile seslendi ama sesi o kadar yorgundu ki kendi bile söylediği duymadı. Sevgisini sonsuzluğa bırakmak istedi. Pencereyi kapattı çalışma masasına yöneldi genç adam. Kadına son bir not yazdı. Çalışmasa masasından tabancasını çıkarttı ve başına dayayıp yorgun, titrek ve kısık bir ses tonuyla elveda sevgilim diyerek tetiği çekti. Kanlar içinde yerle düştü genç adam.
            Ertesi gün bütün gazeteler ve haberler genç adamın ölüm ilanını yayınladı. Arkasında bıraktığı not günlük bir gazetede büyük puntolarla ölüm haberinin yer aldığı fotoğrafının altına yazılmıştı.
            Cennette seni bekliyorum sevgilim, dünyada sevgim sonsuza dek yaşayamazdı…

The Catcher in the Rye


     Yayın başlığı Adnan Benk'in İngilizce aslından değil de Fransızca versiyonu olan "L'Attrape-cœurs" çevirisinden dolayı Türkçe'ye "gönül-çelen" diye giriş yapıp, daha sonra Çoşku Yerli tarfaında orjinal haline daha yakın bir halde "Çavdar Tarlasında Çocuklar" adıyla yeniden gönüllerde taht kuran bir J.D.Salinger ( 1 Ocak 1919, New York - 27 Ocak 2010, Cornish, New Hampshire ) romanıdır.
      Şimdi kitabın Yapı Kredi Yayınları ('Çavdar Tarlasındaki Çocuklar' çevirisi) elimde ve 'anlatacaklarımı gerçekten dinleyecekseniz' diye başlıyor ilk cümleleri. 17 yaşında ki  Holden Caulfield`ın üç gün içinde geçen öyküsünü ondan dinliyoruz ve bir çok insanı hayatını değiştirecek kelimeler nakış nakış dizilmiş ve topluyoruz birer birer her çevirdiğimiz sayfada. Holden belki de bir çok tanıyanı tarafından kibirli, başıboş ve keyfine göre yaşayan biri olarak görünse de olduğu durum, yeni bir dünyanın gerçek olduğunu gösteriyor. Düşününce genç yaşında bir insanın bile büyük hayatları kendi ergenliği içinde yaşayabilmesi yeni düşler kurmamıza neden oluyor. Gönül-çelen, hem kırıcı hem kırılgan işte. Okunduğunda sözcüklerinin yeniden hayat bulduğu bir kitap ve nerede bir okumayan insan görsem tanıştığım, en büyük tavsiyemdir... NewYork’lu bir burjuva ailesinin oğlu Holden Caulfield’in “büyümeye dair” keyifli ve hüzünlü üç günlük öyküsü.

Gerekçesi Neydi ?

     Gerekçesi neydi bir hayatı yaşamanın. İstediğimiz biraz huzur biraz mutluluk. Daha fazlasını hiç istemedik oysa... Bir sabah uyanmış elimizde sıcak bir çay bardağı güneşin doğuşuna biraz geç kalmış olsak da izliyorduk günün yeni ışıklarında ki Ankara'nın sesi boğuk sokaklarını. Elimizde bir bardak çay, çay yarım kalmış ılıklığı üzerinde demli hafiften. Şehre günaydın demeye bile korkardık... Belki bir hayat, bir gün daha alır götürür diye bizden. Bizi mutlu görmeyi istemediğini bildiğimizden.
     Gerekçesi neydi bir hayatı yaşamanın. Sevdiğimiz insanları tanıyamadığımız halde, onlarla vakit geçirmek, biraz gülmek ya da ağlamak gerekçeler sunmadan, kafamıza göre biraz yalandan da olsa ağlamak. Kim ne yalan söylesek kendimizin bile inanmadığı, sadece inandır için çaba gösterdiğimiz yalanlar ya da yalan sandığımız aslında olmak istediğimiz durum, ağlamaklı...
     Gerekçesi neydi bir hayatı yaşamanın. Sonunda sadece kendi kabuğunda kalacağını bilerek, neydi bir kadını anmanın güzel yanı. Sadece biz değil neydi bu hayatı anlamanın anlamı. Bir şehir binlerce insan, binlerce hayat yaşanırken her gün mutlu olamayacağımızı, mutluluğu bir anlık kendimizi kandırarak bulduğumuzu bilerek neydi bir yaşamı anlama kavramı, neydi, neydi, neydi...

14 Aralık 2012 Cuma

Özlerken

     Özlüyorum, hüznün hiç bu kadar çaresiz bıraktığını görmemiştim yüzümü aynalara baktığımda. Aynalar daha soğuk gösteriyor artık, kırgınım onlara. Ne zaman aklıma düşse yokluğun gözlerimi kapatıp hayalime seni düşürerek yutkunuyorum. Kimse sen olamadı, ben dahil kimse senden sonra olmadı.
     Gülümsüyorum şu an kendimce bu satırları, ufak bir blog sitemde paylaştığım için. Bu gün ve yarının nasıl olacağına aldırmadan, belki yeni geçmişime engel oluyorum yazdıklarımla. Benimle bir hayat geçirmenin mümkün olmayacağını biliyorum belkide bu yüzden yeni bir tenden uzak durup kirli düşlerimi anlatıyorum. Cidden bu sabah kalktığımda yine özledim seni. Yine yokluğunun haberi gelmişti yüzümü çevirdiğimde yastığımın sol yanına, soğuk duvar sıcacık tenime dokunmak için uzanıyordu boylu boyunca. Hiç bu kadar düşüyeceğimi bilmezdim oysa.
     Yarında seni düşüneceğim, sen bu satırları okusan da okumasan da ben yine bir gün sana yazacağım.
     Özlerken...

13 Aralık 2012 Perşembe

Yeni bir günde...

   Günaydın herkese. Bugün ne olacağını bilmeden doğan güneşe ( Aslında kış yüzünü göstermişken doğan güneşi görmek ne haddimize) merhaba. Bir çok insan belki hiç uyumadı ya da yeni uyandı kim bilir. Bir çok yerel kanal henüz sabah haberleri kuşağına bile başlamadı. Gece izlenen muhabbet programları da bir kaç saat öncesine kadar sona erdi, artık yeni bir günün başlangıcı resmi olarak kabul edildi. Neden bilmiyorum ama bana yeni bir gün gece 00.00'dan sonra değil sabah güneşin doğuşuyla başlar, ne kadar benden önce takvimler buna hazırlansa da, ben yeni bir güne güneş doğmadan başlayamam. yeni gün yeni umut yeni bir aydınlanmadır diye düşündüğümden olsa gerek belkide. Ya siz? Sizler de benim gibi mi düşünüyorsunuz? Yeni bir gün yeni başlangıçlar yeni olan nedir? Yeni ne zaman başlar? Yeni eskinin aksi midir ? Yoksa yeni eskiden alınmış bir ders midir? 
    Yeni bir günde GÜNAYDIN herkese...  

3 Kasım 2012 Cumartesi

Kadınım

Seni özlüyorum kadınım,
Ayağındaki pabucun, 
Tırnaklarında ki ojene varana dek.
Rüzgarda savrulan saçlarını özlüyorum.
Hani şu omuz altlarına kadar uzanan, 
O ipeksi hafif toprak rengi saçlarını.
Özlüyorum!
Toprağa dikilen bir fidanın,
Gökyüzüne varana kadar çoğul
Haliyle.
Özlüyorum seni,
Kirpiklerindeki bakışlarınla,
Göz bebeklerinde ki beni, arzulayışınla. 
Uzakta, çok... 
Çok uzakta olsan da 
Özlüyorum...
Özlüyorum işte! 
Böyle havalarda.
Böyle havalarda, çok özlüyorum!
Hani... 
Bahardan çıkıp, kışa girdiğimiz aylarda.
Hani...
Yağmurun Ankara'ya ilk yağdığı anlarda.
Başını pencereden çıkartıp,
Toprak kokusunu,
Yağmur kokusunu,
Aldığım anlarda.
İşte! 
Böyle havalarda, özlüyorum seni.
Kadınım.
Elini tutabilmeyi özlüyorum.
Yürümeyi, koşmayı, yağmurun altında ıslanmayı,
Sakarya'da oturmuş yağmurunu seyrederek,
Ankara'nın.
Herhangi bir katta ki köhne bir barın... 
Balkonunda.
Bir şişe birayı paylaşarak içmeyi.
Özlüyorum!
Kaybettiğim andaki halini özlüyorum.
Giderken, bıraktığın cümleleri özlüyorum.
Geri gelmeyişini özlüyorum.
Özlüyorum!
Bir annenin çocuğunu...
Belki okuması, 
Belki çalışması, 
Ya da askere gönderip...
Hani yolunu bekler gibi,
Hani deliler özler gibi,
Kokusunu bir daha duymak için.
Bir daha sımsıkı yavrusuna sarılmak için.
Bütün kudretiyle Tanrı'ya dua eder gibi,
Ona yeniden kavuşmak için.
Bekler ya hani...
İşte öyle bekleyip, öyle özlüyorum.
Kadınım!
Özlüyorum.

27 Ekim 2012 Cumartesi

Sokaktaki Yüzler

          Günlerdir eve kapanmıştı. Çıplak bir halde yatıyordu yatağında. Arada bir yatağın sol baş ucunda duran komidinin üstünde ki kitabı açıyor kaldığı yerden bir iki sayfa okuyup kapatıyordu. Bu aralar her şeyden o kadar sıkılmıştı ki uzun süre yataktan çıkmamasının nedeniydi. Bir şeylerle uğraşmak için yataktan biraz olsun doğrulmaya bile üşeniyordu. Hafifçe üstünde ki yorganın bir kenarı açılıp üşüyecek olsa düzeltmeye bile kalkışmıyor, nasıl kendiliğinden yatağın içinde kıpırdarken düzeleceğini düşünüyordu. Yazı yazmaya da bu yüzden epey ara vermişti. İki gündür telefon sesi hiç susmuyordu. Dergiden arıyorlardı tahmin etmesi o kadar zor değildi. Toprak'ı iş yerinden başka arayan yoktu. Ne bir akrabası ne sevgilisi ne de bir dosttu vardı. Bütün hayatını annesinden kalan iki odalı teras kattaki apartman dairesinde geçirmişti. Annesine de hiç tanımadığı Saffet beyden kalmıştı oturduğu ev. Saffet Bey babasıydı. O doğmadan üç gün önce bir trafik kazasında yitirmişti annesini. Kader, yirmi bir yaşında annesini de beraber gittikleri bir tatil dönüşünü nasıl sağ çıktığını kendisinin bile anlamadığı bir trafik kazasında yitirmişti. Anne ve tanımadığı babasının aynı ölümle cennette birbirlerine kavuştuklarını hiç kimseye anlatmamıştı. Komşular bile trajedik ölüm haberinin üçüncü sayfadan okumuşlardı. Ne zaman Toprak'a bu konuda soru sorsalar susar başını eğer sessizce aparman merdivenlerini çıkardı yavaş yavaş duymamış gibi yaparak söylenenleri.
          Yine telefonun sesi duyulmuştu. Kalmayı hiç düşünmedi. Kuşkusuz arayan belliydi. Bu hafta dergiye yollaması gereken yazının ellerine ulaşmadığını söyleyeceklerdi. Daha yazısını yazmamıştı bile. Açsa telefonu ne diyecekti. Bir kaç kez daha çaldırıp açmadığını anlayacaklarından yerinden hiç kıpırdamadı öylece susmasını bekledi telefonun biraz olsun sinirlenmeden. Sakindi bir şey yapmak istemiyordu. Suskun, kendi içinde öylece çırılçıplak yatağına uzanmış yatmaktan memnundu. Dünyanın en mutlu insanı gibiydi. Yüzünde gülümsemeye ait bir ifade yoktu ama yinede olduğu yer, yaptığı şeyler içten içe mutluluk veriyordu kendisine.
          Telefon bir kez daha inatla çalıyordu. Derginin yeni sayısı çıkmak üzereyken ona ayrılan köşenin boş kalmasına bu kadar taktıklarına anlam veremiyordu. Oldukça küçük bir köşe yazısı vardı. Çoğu yazısını devamı haftaya ekiyle yarıda bırakıyor dört beş sayıda anca sona erdire biliyordu. Kendisini çoğu zaman önemsiz buluyordu. Yazdıklarını okuyan okurunun bile olduğunu düşünmüyordu. Dört beş sayıda tamamlanan bir yazı nasıl etkileyici olabilirdi ki. Birinin dikkatini nasıl çekerdi diye düşünmeden edemiyordu. Şu an kendinden emin bir şekilde sayfanın büyük bir bölümünü yazdığı yazılarla zaman zaman büyük etki bırakan, kendisininde gerçekten yazdıklarını beğendiği Semih Küçük'ün mutluluktan dört köşe olduğunu biliyordu. Yeni sayıda Toprak'ın olmaması onun yazılarının daha bir önem kazanacağını düşünüyordu. Bu kadar güçlü bir kalem nedenini Toprak'ın bile bilmediği bir kıskançlık içinde nasıl olabilirdi.
          Toprak'ın umurunda değildi şu anda Semih Küçük bile. Yazmadığına sevinmişti. Neden daha önce bu  yazmaktan vazgeçmemişim diye düşündü. Dergiden aldığı üç beş kuruş kalem kağıt ve dergiye yazılarını teslim etmek için çıktığında harcadığı paraya denk gelirken, inatla neden yazdığını düşündü. Çoktan o küçük köşeyi Semih Küçük'e bırakıp kendi iç dünyasına çekilmeliydi. Yazmayı bu kadar çok sevdiğini bilmese bunu şimdiye kadar çoktan yapmış olurdu belkide. Belki de daha önce de böyle girişimleri olmuştu yazmanın onu mutlu ettiğini düşünüp tekrar tekrar yazmasaydı eğer. Bu kez kararlı bir şekilde hala yatağından kalkmayıp telefon sesine aldırmadan öylece yatıyordu. Bir kaç gün sonra biliyordu kendisine ulaşılamayıp mail bırakacaklarını. İşinize son verilmiştir Toprak bey. Düşününce komik geldi ve yüzünde tatlı bir gülümse aldı. 
          Bu kadar düşünmek karnını acıktırmıştı. Severdi uzun sabah kahvaltılarını. Bazen çoğu kahvaltısı bir, bir buçuk saat sürerdi. Tuzlu ile tatlının muhteşem ziyafeti olarak adlandırırdı kuş sütü eksik dercesine büyük bir ihtişamla hazırladığı sabah kahvaltılarını. Gazetesini açar bir yandan ülkenin ekonomik siyasi ve kültürel bakışını bir kaç kendisi gibi yazar gazeteciden okur bir yandan da  çayını yudumlayıp en sevdiği şeyi, kızarmış ekmek üstüne sürülen tam yağlı peynir ve onun üstüne konulan çilek reçeli üçlemesinden bir ısırık alırdı.
          Yataktan zor da olsa açlığın verdiği mide sesleriyle doğruldu, pencereyi açtı üstüne bir şeyler alıp kahvaltı hazırlamaya mutfağa yöneldi. Bu kez gazetesi yoktu kapıda. Günlerdir evden çıkmadığı için bir kaç kez gelen kapıcıya da kapıyı açmadığından dolayı evde olmadığını düşünen kapıcı Mustafa Bey iki gündür gazete bırakmamıştı dış kapının koluna. Aşağıya markete gitmeye üşendi birileriyle konuşmak istemiyordu. Kimseyle konuşacak bir halde değildi. Annesinden kalma eski radyonun fişini taktı prize ve bir haber kanalı aradı cızırtılar içinde radyonun fm kanalı içinde. Sonunda bir ses gelmişti şimdi haberler. Çekici bir kadın sesiyle haykırıyordu radyonun hoparlörü. Saat öğleden sonra dört gibi. Yine muhteşem bir sofra hazırlamıştı. Her şey tamamdı. Kahvaltının tadını bir saat süren gün içi haberlerden oluşan tatlı bir bayan sesi eşliğinde tamamlamıştı. Yerinden kalktı radyoyu kapadı. Hava kararmıştı yavaş yavaş. Işıkları açmak içinden gelmedi. karanlığa alışmıştı günlerdir açmadığından ışıkları. Salona doğru yöneldi hafif gözlerini kısarak karanlıkta daha net görebilmek için. Sehpanın üzerinde duran mumu yaktı biraz perdeyi araladı ve eve işten dönen insanlara baktı. Yüzlerinde ki yorgunluğu, isteksizliği fark etti. Çalışmaktan, aynı işi sürekli yapmaktan sıkılan insanların huzursuz yüzlerini bir bir inceledi gün batımının eşliğinde. Onlardan farklıydı artık işe gitmiyordu günlerdir. Onlar gibi dönmüyordu bu yüzden eve. Onlar bu dünyada birileri ve ya kendileri için yatığı tek şeyin çalışmak para kazanmak olduğunun farkında bile değillerdi. Oysa bilseler sadece bütün amaçlarını para kazanıp basit bir karın tokluğuna bütün enerjilerini çalıştıkları yerde bıraktıklarını. Bilseler yaşamın bütün güzelliğini kaçırdıklarını onlarda kendisi gibi her işi bırakıp bu korkunç ifadeyi izleye bilselerdi, kendisi gibi olabilirdi onlarda kuşkusuz. 
          Belki bir akşam onlarda bu manzarayı görebilirler diye düşündü, düşündü, düşündü.


Kafkaesque

Dün gece masumiyeti gerçeklikten silinmiş. Flu, ağır aksak rutin fizik kurallarını reddediyordu bünyem. “ İyi değilim ” diyordum sürekli, ...