Hadi oğlum gecikmeyelim! Yol beklemeye
gelmez...
Sıkı giyin henüz bahar gelmedi.
Hatırlıyorum yıllar önce bir İzmir yolculuğunda tanışmıştım bu şehirle.
Hatırladığım kadarıyla yaşım senden biraz daha büyük olmalıydı ayaklarımı bu
Frig toprağına bastığımda. Biliyor musun Ankara, Afyon ve Eskişehir’in geçmişi
milattan önce yedi yüzlere dayanıyor. Kim bilir en son gördüğümden bu yana neler
değişmiştir şehirde. Kar tutmuştur şehri şimdi. Yollar buz kesmiştir. Biz
Ankara çocuğuyuz elbette bu duruma adapte olmamız kolay olacaktır. Hadi al sırt
çantanı saat 6.30…
Böyle söylemişti babam Eskişehir’e ilk
kez gideceğim günün sabahında. Benden habersiz planlarını yapmış, İzmir Mavi
Tren 7.30 seferine biletlerimizi almıştı. Hiç unutmadığım baba oğul en güzel
günü birlik yapılan gezimizdi. Yıllar sonra onun yokluğunun burukluğu içinde
yine sırt çantamı takmış bekliyorum Ankara Gar’ının 1.peronda 7.30 Yüksek Hızlı
Tren seferi için. Babamın hayallerimde o zaman Friglerden aldığı sandığım şehri
babamdan sonra miras edinip yeniden almak için…
Tren usulca perona yaklaşmıştı. Çocukluk
yolculuklarım da olduğu gibi yine cam kenarı koltuklardan birinden almıştım
biletimi. Yol boyu geçen arabaları, uçakları saymak eğlenceli gelirdi o
yıllarda. Onları babama göstermek, bir gün benimde birine sahip olacağıma
söylemek. Henüz uçak alacak param olmasa da bir arabam olmuştu.
O yıllarda bu kadar çabuk varmamıştık
Eskişehir'e. Yol bazen bitmeyecek gibi görünüyordu kocaman trenin içinde
ayaklarımın yere bile değmediği koltuğun üzerinde. Babam da keşke bu günleri
görebilseydi. Dört, beş saatlik yol artık Ankara’dan bir buçuk, iki saat arası
kadar kısa bir sürede alınabiliyordu. Eskişehir Gar’ına ayak bastığımda ilk gün
ki heyecanımı hala yenememiş olacaktım ki koşarak çıkmıştım gardan. Eskişehir
Garı görünüşü ile farklı gelmiştir bana o yıllarda bile. Şimdi biraz daha
modern çizgilerle süslense bile o gün keşke bir fotoğraf çekinseydik diyorum
şehre girmeden garın önünde babam ile. Onun tren sevdası, gezme tutkusu,
özlüyorum.
Karnım açıkmış olmalı şehrin havasından sanırım. Tükrük köftesi yemek için uğruyorum, Köfteci Ali’nin
yerine. Usta şöyle biraz yağlı tarafından olursa kıymanın, yarım ekmek, bol soğan, birazda domates. Yanına da bir ayran verdin mi tamam diyorum. Paket mi diye
soruyor. Gezerek yemek istediğimi söylüyorum. Aldığım gibi yarım ekmeği doğru
Odun Pazarı’nın yolunu tutuyorum. Odun Pazarı buraların ilk yerleşim alanıymış öyle söylemişti babam. O
yıllarda hayli kalabalıktı fakat şimdi daha bir kalabalık geldi gözüme. Odun
Pazarı deyince görülmeye değer oluyor lüle taşı ile yapılan eserler haliyle.
Dolaşırken girdiğim bir dükkanda pipoları
inceliyordum. Satıcının dikkatini çektim sanırım " Kanuni Sultan Süleyman..."
dedi. Anladım şu an popüler bir dizi var ve satışlar için ondan yararlanmak
istiyorsun ama kalkık burunlu bir Osmanlı hanedan mensubu... Pes be birader. Bu
kadar fiyat mı biçilir diyorum… Gülüyor…
Yavaş yavaş gezmeye devam ediyorum Odun Pazar'ını fotoğraf karemde biriktirerek. Tarihi camiler, evler, şelale park ve
hoş muhabbetlerine ortak olduğu esnafla devam ediyorum ‘çiğ börek’ yemek için
merkeze doğru yola. Severdi babamda çiğ böreği yanımda olsaydı ama ‘sabah
yenir evlat’ diye yedirmezdi köfte sonrası bana. Şehrin modern haline
alışamadım eskiyi anımsadıkça. ‘KaraKedi’ de bir boza içip çiğ böreğin üstüne yeniden döndüm
gara babamla ikinci durağımız Balıkesir için biletimi almaya...