30 Ağustos 2013 Cuma

Sevmek Bu Kadar Zor Mu?

     Sevmekte yetmiyormuş... Çok eskiden rastlaşacaktık.
     Sabah, tenha yatağımda uyandım. Evrende göze batan bir fazlalıktım. Güneş cama vurmuş, sanki bu durumumu inatla birilerine sergilemek için mücadele veriyordu.
     Uyumamı zorlaştıran ne varsa bırakmıyordu yakamı. Gece geç saatlere kadar uyku tutmuyordu zaten. Düşüncelerim beynimin içinde baskı kuruyor ve sabaha karşı hafifte olsa kurtulup, yorgunluğa dayanamayan gözlerim, dünyayla ister istemez bağını kopartmışken, bu kezde evren uyumama müsade etmiyordu. Çekilmez şakalarıyla bir çocuk gibi üstüme atlıyordu perdenin açık kalmış kısmından...
    Yatağımdan kaldırılmak zorda olsa başarılıydı. Hafiften doğrulup, yatağımın yanında duran sehbanın üzerindeki kumandaya uzandım. Sabah haberleri başlayalı çok olmamıştı. Bir kaç kanal belki bugün güzel haberler verir ümidiyle, kumandayı televizyona doğrultup açma tuşuna bastım. 'Borsa haftayı yüzde 1,44 yükselişle tamamladı.' 'Dolar 2 liranın üzerine çıktı.' On üç yaşındaki bir kız çocuğu üç kişi tarafından tecavüze uğradı.' 'Şüpheli ölüm. Kastamonu'da evli ve bir çocuk annesi kadın, evinde silahla vurulmuş olarak bulundu.' 'Suriye'de 360 kişinin kimyasal silahla kat...' Sinirlerim iyice bozulmuştu. Kapatmak zorunda kaldım. Daha fazla dinleyecek gücüm yoktu. Hayat sadece benim değil, bütün insanlığın mutlu olmasına karşıydı. İnsanlar Dünya'nın ayrı noktalarında acı çekerken, ölümle burun buruna bir hayat yaşarken, benim hüznüm yüzümde komik bir maske bırakmıştı. Hüzün iyice sarmıştı bedenimi. Neyi paylaşamıyordu bu kadar insan. Mutlu etmek, birilerine iyi davranmak bu kadar zor muydu? İnsan diye nitelendirdiğimiz canlı türü, insanlık dışı. Sadece bize yakın insanlara değer vermekle, sevginin gerçekten bu olduğuna inanan insanlar var ( ki ne kadar yakın olursa olsun, iki insan aralarında ki sevgiyi bile bozmayı kolayca başarabilirken). Ben bu durumdan ne kadar muzdarip olsam da değişmeyeceği gayet açık. Ne demişti Nazım bir mısrasında " Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir Orman gibi kardeşçesine." Bunu anlamak zor mu?
     İşte! Bu yüzden her sabah haberlerde ve ya çevremizde olan bütün bu kötü olaylardan kurtulmak için birilerinin bunu anlatması lazımdı. Bendeniz müsadenizle biraz bahsetmek istedim. Bütün bu haberleri izledikten sonra kalemimin elverdiğince. Aslında bunlardan biride benim. Bu yüzden, evrende bir noktanın üzerinde hep beraber durduğumuz sürece neden birbirimizi sevmeyi eksik edelim.

27 Ağustos 2013 Salı

     Uyuyamıyorum. Uyuyamıyorum. Deniyorum ama olmuyor. Kapatıyorum gözlerimi yastığa başımı koyup inatla. Olmuyor. Uyuyamıyorum. Daha ağır basıyor düşünceler. Uyuyamayacak kadar yorgun yaşamım. Bir şarkı açmış, balkonda oturuyorum. Belki temiz hava rahatlatır biraz olsun diyorum. İçimdeki zehri dışarı atmak için bağırmak istiyorum. Olmuyor. Aksine küsmüş bir çocuk gibi suskun öylece gecenin bitmesini istiyorum. Gece bitmek bilmiyor. Gerçekten neden bitmesini istediğimi de bilmiyorum. Ruh halim bir gidip bir geliyor. Aptalca, inatla sana yazıyorum. Ürkütecek belki yazdıklarım seni ya da daha çok uzaklaştıracak bilmiyorum. Yapabileceğim bu yani, sana zarar vermemek için masumca aklımdan geçenleri yazıyorum, bir kağıda. Keşke okusan yazdıklarımı çok çok eskiden olduğu gibi. Eskisi gibi yazmıyorum ama okuduğun her şey tek birine yazılıyor artık. Sadece sana. Unutamadım işte acı, tatlı ne varsa. Ben bu yüzden gidemiyorum senden. Gidemezken bu şehirden, biri nefes almaya başlamış yeniden. Hoş geldin sen. Peki ben neden üzülüyorum buna. Bilmiyorum. Seni görmeyi istiyorum. Tanıdığın herkesten daha çok. Vazgeçiyorum sonra. Korkuyorum gözlerini yeniden görmekten. Sessizce uzaktayken sen, bu kadar ağır değildi ayrılık. Ah! Keşke bir delilik yapsan şimdi. Yok olma zamanı öyle değil mi? Yok ol ama bir gün okursan bu yazdıklarımı. Sor. Demiştin ya seni hep hatırlayacağım diye. Anlamak için beni bir kez sor. Korkutmasın yazılanlar seni. Sen bir delilik, görmeyi iste birde. Ben öyle bakmam gözlerine gördüğünde. Kaçırırım, onlar da zaten dalar gider uzaklara, eski bir tanıdığa bakmaya... 

26 Ağustos 2013 Pazartesi

     Ben kış aylarında yazmayı daha çok severim bilir misin? İşte artık bunu da öğrendin. Neden mi severim? Kalemin mürekkebi donar, içinden sıcak bir nefes katarsın. Yani yazının kağıtta bıraktığı güzelliğe birde bedeninde bir parça koyarsın.
     Kalem yazmayı bıraktıkça zorlarsın. Daha fazla O'na yazmak için. İşte bu yüzden kış aylarında daha çok severim yazmayı. Ha... Birde kışın insan dediğin de doğaldır. Yazın anlaşılmaz... 
     Belli belirsiz bir dünyada yolculuk ediyoruz her birimiz. Bir gün yolumuz evrenin bir noktasında kesişiyor ve yeniden birilerini tanımak zorunda kalıyor insan. Bazen karşısındakini dinleyerek, bazen izleyerek, bazen de dokunarak ona.
     Bence seni tanımak, gözlerinde ki keder perdesini izlemekti. Her güldüğünde daha bir geriye gönderdiğin keder perdesi. Çoğu kişinin yanında olduğu kadar farkında bile olamadığı, sadece sen gülerken içinde kendin bulduğun. Çocuksu hayallerle kurduğun dünyada bazen seninde unuttuğun keder perdesi.
     Gözler. Gözler gerçekten yalan söylemez. Bakmam dersin, bakarsan görürsün. Biz insanlar 'yine nerelere daldın' diye gözünün önünden geçirdiğimiz bir eli, senin nerelere gittiğini öğrenmek için geçirirken. Sen yine 'bir şeyim yok' diye geçiştireceksin. Yanında ki insan gerçekten baksa gözlerine, gözünün senden habersiz evrene bıraktığı gerçeği görecektir bir şekilde. Fakat bizler hiç bir zaman bakmayı öğrenemedik bu şekilde.
     Birileri her zaman olacak hayatta, kendi yalnızlığını, geçmişinden geleceğe isterken.
     Hayat istediğin gibi bir kelebek misali renkli, çoğu kişininde çevresinde görmek istediği kadar, hatta kimi insanların yakalayıp yakından görmek istediği bir kelebek esintisiyle içindeki hayat.
     Fakat tanımlayamadığım ve sende hep gizli kalacak. Gözlerinde ki güzelliğin ve mutluluğun gizleyemediği ara sıra da olsa beliren bir perde var geride, çok geride, kimsenin belki de göremeyeceği.
     Haylaz bir çocuğun sevinciyle örtülü, gizli kalmış düşünceler, düşünde, beyninin içinde olacak. Bakışlarının dediğim gibi oldukça gerisinde.
     Hayallerin var birde. Seni mutluluğa tek sürükleyen, hiç bir zaman vazgeçemeyeceğin ve her fırsatta birini avucunun içine alıp yaşamak istediğin hayallerin.
     Benim gözümün önünde ise, güler yüzlü iyilik perisi, şımarık çocuk ve her ne olursa olsun gülmeyi yüzünden eksik etmeyecek bir kız çocuğu olacaksın. İnsanların senin için kullandığı itici ve argonun dile yerleşmesinden sonra doğan havalı tasvirleri onların seni tanımak için henüz Tanrı'dan müsade alamadıkları anlamına geliyor, takılma. Bu yüzden hayatta seni böyle bilecek bir çok kişi olacak. Unutma! Onları kafana takmayacağını biliyorum. Yinede görmezden gelme. Tanrı'nın müsade vermesine tenezzül etme. Sen yine iyimser ol ve kendin öğret en güzel gerçeği tek seferde.

25 Ağustos 2013 Pazar

 Aşk bu muydu? Ranzalarda düşler eskidi gitti. Hangi hayat, hangi yasak karşılar bizi. Bizi biz yapan hayaldi belki. Ayrı ranzalarda düşlerken bitti.

Ayrı Olduğu An, Aynı Olduğun An

     ...Yeniden "Merhaba". Okuduğun bir kitaplar,dinlediğin müzikler, gördüğün şehirler ve yaşadığın hayat bu merhabanın ne olduğunu anlatamayacak kadar eksi. Bu merhaba 'hoşgeldin' demek yeniden. Kaçmayı beceremediğin hayatında geride bıraktığın ne varsa onlardan sana olan bir merhaba. Dünden bugüne, bugünden yarına uzanacak bir merhaba. Gittiğin zamanı hatırla. Öyle kolay değildi gitmek, o gün. Fakat gittiğinde alışmak. Alışmak... Öyle tanıdık, yepyeni, yeni bir kendin, kendinden yaratmak gibi. Yeniden gitmek şimdi, aslında ilk gittiğin gibi...
     Değiştiğini düşündüğün olmuştur pekala da bunu büyük bir gururla etrafına sunmuşsundur. Adını da dedim ya 'değişmek' koymuşsundur. Değişmek bu değil. Senin ki öğrenmek, daha tecrübeli olmak, çevrendeki insanlara göre. Tecrübede iyidir. Büyüyerek olmaz. Bilerek, görerek, yaşayarak olur. Neler yaşadın, ne gördün, neler öğrendin kim bilir. Ne kadar anlatsan da içinde farklı şekillenir. Fakat iyi de olsa, kötü de olsa tecrübe senindir ve iyidir...
     Dönüyorsun, içinde anlatılmaz bir burukluk, anlatılmaz bir mutluluk. Değil mi ? Ne güzel bir seyir... Peki değişen nedir ? Değişen ağaçlar(çiçek açmış olacaklar), insanların giyimleri(hava sıcak, biraz daha ince olacak), şu sıralar ekonomi(olaylar ülkeyi epey gerdi. Petrol fiyatları ve dolar yükseldi), siyaset(Mısır, Suriye, Türkiye, Avrupa, Amerika birbirine anlam veremedi) ya da yaşadığın şehir(yollar açıldı, yeni kaldırımlar, yeni binaları getirdi)...
     Diyeceksin ki bunlardan neden söz ediyorsun bana. Boş boşuna konuşma. Belki dinlersin dedim. Bir zamanlar dinlediğin gibi. Hatırlar mısın?  O gün, o gece de gideceğin yerden söz ediyordum sana. Acemi. Öğreneceklerinden, burada vazgeçtiklerinden, kızdığın insanlardan, görmediğin rahatlıktan, ilginç hayatlardan ve ömründe belki bir kez görebileceğin doğal güzelliklerden, tarihten kalma yapılardan ve en güzeli de farklı insanlardan oluşan kasabalardan. Aynı konuşmayı orada benim yaptığım gibi yapar bir akşam üstü sana belki de. Ses tonu aynı olmayan, bana yabancı, sana göre anlamlı biri. Onuda dinlersin. Beni dinlediğin gibi. Sonra vazgeçmek istemediklerini, vazgeçtiklerini, geri döneceğini, geldiğinde hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını söylersin sende ona. Değişen işte bu. Değişen konuştuğun insan, değişen konuştuğun mekan, değişen konuştuğun zaman.
     Anlatabildim mi bilmiyorum. Benim tecrübem, seni anlatır mı bilmem ama...
     Değişen 'Hoşçakal' derlerken. 'Hoşgeldin' dediklerini duyduğun an.

24 Ağustos 2013 Cumartesi

     En iyisi şöyle yapalım. Bütün nedenleri bir kenara bırakıp hayatımıza bakalım. Neler oluyor, nelerden uzak kalmışız. Başımızı yastığa koyup, uykumuza dalmadan önce, bu gece (geçmişe çok dönmeyi sevmesem de) eksik bıraktığımız ne varsa yeniden yaşamaya denemeye karar verelim... Mesela ilk olarak uzun zamandır dinlemediğimiz bir şarkıyı dinleyelim. Hani bizim için yıllar önce çok değerli olan çok sevdiğimiz bir şarkıyı ve sonra birer birer güzel olan her şeye yeniden göz atalım. Bir de bu seçimlerimizle bir gün yaşayalım, geçmişten. Nelerin değişeceğini düşünmeden gidişatına göre zamanın içinde biraz geçmiş zamanı analım. Ne dersiniz? Hiç farkında olmadan kaybettiğimiz o kadar güzel şeyin doğması, bizi bir an olsun mutlu eder mi? Ne gerek var dediğinizi duyabiliyorum, birazda hoşuna gittiği için gülümsediğinizin... Fakat hiç birimiz denemeden bunun nasıl bir durum olacağını bilemeyeceğiz. Korkmayın! Hiç birimiz ben dahi bir şey kaybetmeyeceğiz. Bu oyundan ( küçük sevimli bir oyun diye nitelendirmek istedim bu masumiyeti yüksek müsadenizle ) keyif almayı deneyelim. Çünkü geri dönüp seçtiğimiz zamanlar bizlerin daha önceden büyük mutluluklarla yaşadığı anlardı. Bu sayede belki büyük farklıları anlamış olacağız ve hayatımızda çok değişik bir yönde sayfalar açılıp, yaşayacağımız yeni olaylara güzel katkılar sağlayacağız. Size bunu yapmanız için ısrar etmeyeceğim. Bunları söylememdeki neden, sizlerin aklında kalan, zamanında yaşanmış ve yaşanacak zamanda sürekli aklınıza yapışıp duracak, yapmaktan çekindiğiniz şeyleri daha rahat yapabilmeniz için küçük bir fikir. Koşmanız için adım atmayı gösteriyorum yüksek müsadenizle sadece... Artık sıra sizde...  

22 Ağustos 2013 Perşembe

     Mutlu olmak kolay değilmiş arkadaş. Gece oluyor, sözcükler boğazında düğümleniyor. Yavaş yavaş mırıldanıyorsun bir kaç şey. Dinleyen biri yok zaten. Kendi deliliğin içinde sarmalıyorsun yalnız bedenini. Yok olma zamanı artık şimdi. Eski müziklerde kendine anlamlar arıyorsun. Belki uyanık bir eski bir dostta mesaj atıyorsun, asıl mesaj atmak yahut konuşmak istediğin insanın o olmadığını bile bile... Sonra bir sigara yakıp kendini odadan balkona atıyorsun. Gecenin serinliği titremene neden oluyor. Göz yaşların rüzgarın etkisiyle biraz daha kurulanıyor ve bir nefes çekiyorsun sigarandan. Gözlerini hala yanmakta olan evlerin ışıklarına çeviriyorsun ve başını gökyüzüne kaldırıp bir kez daha aya bakıyorsun. Yıldızları arıyorsun şehrin ışıklarından kaybolmuş yıldızları. Kutup yıldızını hedef alıp ilerliyorsun gecenin içinde... Mutlu olmak kolay değilmiş arkadaş...

20 Ağustos 2013 Salı

Karşılıksız

     Ne demiş şair: "Belki bir gök kuşağının altında buluşuruz. Belki bir imkansızlık denizinde iki küçük balık oluruz".
     İlk kez unutulmanın acısını, uzak kelimelere sığınmış, yaşıyorum. Yorgun bir hayat benimkisi. Henüz değişmemişken cümleler, bir adamdan kadına geçerken yaşam. Hatırlarsın aldığımız ilk karar, gerçek olup yaşanmamışken, son sözü yine sen kendi bencilliğin içerisinde, hafifçe söyleyerek gitmiştin. Yeni lezzetler, farklı hazlar ve birbirinden ilginç görünen karanlık, anlaşılmaz gibi duran lisanların içinde benden bir adım öndesin işte. Hiç bir şeyin aynı kalmadığı dünya bile değişirken, bir adım önde. Hayata biraz geç başladın oysa, bende denedin bir kezde. Vedaların bile farklı olabileceğini anlattın. Değişen düşünceler, kara kaplı defterler üzerinde, farklı ülkelerden seslenerek yazılmıştı. Gerçek, soğuk bir düzen ve sen.
     Sonsuz bir huzur aradım sonrasında geçen günlerden. Uyudum, uyandım baktım. Gece. Gece uzun, yıldızlar gökyüzüne doluşmuş. Çok geç kalınmış hayata, bir kez daha başladım. İnsan sarhoşken pişkin, ayıkken pişmanmış. Üzülmek, çok geç dedim kendi kendime. Sonra öyle bir öfke hissettim ki sana karşı. Bir şeyleri değiştirmek için çabaladığımı anlayınca öfkem kayboluverdi usulca. Sustum. Olmuyordu. Kaybetmemek, aynı yere dönmemek sadece ölülere mahsusmuş. Bu yüzden tekrar tekrar denedim, karanlığa düşene dek, yalnızlığımın farkına yeniden varana dek. Oluruna bıraktım artık seni; olmazlarında bende kaldı. "Vazgeçtim" diyebilmek ... Umarım bunu da üzerine alınmak istersin. Zaman lazım sadece, birazcık daha zaman. Unutacağım... Nasıl unuttuysam çocukken kırılan oyuncaklarımın hüznünü, kırılan kalbimi de öyle unutacağım... Ve aşk… Bir gün gelip mutlaka bulacak senide. Birini seveceksin, birdenbire herkes o biri olacak. O da sende kalacak, benim sende kaldığım gibi... Lal olacaksın bakışlarının önünde, ruhun derdini anlatamayacak hiç. Hayatın boyunca yanında yer alacak kişilerden parçalar koparıp, onun eksikliğini gidermeye çalışacaksın, olmayacak. Bir yap-boz gibi doğru parçayı bulmayı denedikçe diğer parçalar da bozulacak. Bir türlü asıl resmi tamamlayamayacaksın. İşte! O gün benim bu halimi anlayacaksın...

16 Ağustos 2013 Cuma

Ben Sana Hiç Yetişemedim

Bu kaçıncı...
Aşk yasaklanmış bu şehirde.
Kimse!
Kimse, farkında değil ağladığımın.
Gözü yaşlı sokaklarda gezmek...
Rüzgara sırtını vermek,
İtercesine, bırakmak kendini.
Unutmak!
Unutmak, ne mümkün söylesene.
Kaç sevda, kaç ayrılık yıpratır daha.
En büyük hilenin içinde kalp,
Kalbin içinde acı.
Çığlık çığlığa haykırışlarla dolu,
Sessizliğin korkutucu yanı.
Öyle ya...
Susmak!
Susmak, zamanın en büyük ilacı.
Hep iyi olmak istedim, 
Çünkü biliyordum,
Çocukken öğrettiler bir reklam repliğinde:
'İyiler daima kazanır.'
Öyleydi;
İyi olup, kötünün ne olduğunu unutana kadar.
Sonra reklam kaldırıldı bir gün televizyonda.
Ve biz kötüyle tanıştık.

8 Ağustos 2013 Perşembe

Yol

     Hadi oğlum gecikmeyelim! Yol beklemeye gelmez...
     Sıkı giyin henüz bahar gelmedi. Hatırlıyorum yıllar önce bir İzmir yolculuğunda tanışmıştım bu şehirle. Hatırladığım kadarıyla yaşım senden biraz daha büyük olmalıydı ayaklarımı bu Frig toprağına bastığımda. Biliyor musun Ankara, Afyon ve Eskişehir’in geçmişi milattan önce yedi yüzlere dayanıyor. Kim bilir en son gördüğümden bu yana neler değişmiştir şehirde. Kar tutmuştur şehri şimdi. Yollar buz kesmiştir. Biz Ankara çocuğuyuz elbette bu duruma adapte olmamız kolay olacaktır. Hadi al sırt çantanı saat 6.30…
Böyle söylemişti babam Eskişehir’e ilk kez gideceğim günün sabahında. Benden habersiz planlarını yapmış, İzmir Mavi Tren 7.30 seferine biletlerimizi almıştı. Hiç unutmadığım baba oğul en güzel günü birlik yapılan gezimizdi. Yıllar sonra onun yokluğunun burukluğu içinde yine sırt çantamı takmış bekliyorum Ankara Gar’ının 1.peronda 7.30 Yüksek Hızlı Tren seferi için. Babamın hayallerimde o zaman Friglerden aldığı sandığım şehri babamdan sonra miras edinip yeniden almak için…
Tren usulca perona yaklaşmıştı. Çocukluk yolculuklarım da olduğu gibi yine cam kenarı koltuklardan birinden almıştım biletimi. Yol boyu geçen arabaları, uçakları saymak eğlenceli gelirdi o yıllarda. Onları babama göstermek, bir gün benimde birine sahip olacağıma söylemek. Henüz uçak alacak param olmasa da bir arabam olmuştu.
     O yıllarda bu kadar çabuk varmamıştık Eskişehir'e. Yol bazen bitmeyecek gibi görünüyordu kocaman trenin içinde ayaklarımın yere bile değmediği koltuğun üzerinde. Babam da keşke bu günleri görebilseydi. Dört, beş saatlik yol artık Ankara’dan bir buçuk, iki saat arası kadar kısa bir sürede alınabiliyordu. Eskişehir Gar’ına ayak bastığımda ilk gün ki heyecanımı hala yenememiş olacaktım ki koşarak çıkmıştım gardan. Eskişehir Garı görünüşü ile farklı gelmiştir bana o yıllarda bile. Şimdi biraz daha modern çizgilerle süslense bile o gün keşke bir fotoğraf çekinseydik diyorum şehre girmeden garın önünde babam ile. Onun tren sevdası, gezme tutkusu, özlüyorum.
     Karnım açıkmış olmalı şehrin havasından sanırım. Tükrük köftesi yemek için uğruyorum, Köfteci Ali’nin yerine. Usta şöyle biraz yağlı tarafından olursa kıymanın, yarım ekmek, bol soğan, birazda domates. Yanına da bir ayran verdin mi tamam diyorum. Paket mi diye soruyor. Gezerek yemek istediğimi söylüyorum. Aldığım gibi yarım ekmeği doğru Odun Pazarı’nın yolunu tutuyorum. Odun Pazarı buraların ilk yerleşim alanıymış öyle söylemişti babam. O yıllarda hayli kalabalıktı fakat şimdi daha bir kalabalık geldi gözüme. Odun Pazarı deyince görülmeye değer oluyor lüle taşı ile yapılan eserler haliyle.   
     Dolaşırken girdiğim bir dükkanda pipoları inceliyordum. Satıcının dikkatini çektim sanırım " Kanuni Sultan Süleyman..." dedi. Anladım şu an popüler bir dizi var ve satışlar için ondan yararlanmak istiyorsun ama kalkık burunlu bir Osmanlı hanedan mensubu... Pes be birader. Bu kadar fiyat mı biçilir diyorum… Gülüyor…

     Yavaş yavaş gezmeye devam ediyorum Odun Pazar'ını fotoğraf karemde biriktirerek. Tarihi camiler, evler, şelale park ve hoş muhabbetlerine ortak olduğu esnafla devam ediyorum ‘çiğ börek’ yemek için merkeze doğru yola. Severdi babamda çiğ böreği yanımda olsaydı ama ‘sabah yenir evlat’ diye yedirmezdi köfte sonrası bana. Şehrin modern haline alışamadım eskiyi anımsadıkça. ‘KaraKedi’ de bir boza içip çiğ böreğin üstüne yeniden döndüm gara babamla ikinci durağımız Balıkesir için biletimi almaya...

7 Ağustos 2013 Çarşamba

     Kan damlası ve mavi bir gökyüzü. Kırlangıç mevsiminin baharı, göğsümde acıyan bir yara, dün akşam ki avdan kalan. Karanlık dünyanın efendilerini hissediyorum, geçmişte yaşayan canlıların ayak izlerini bıraktığı toprakta. Üşüyorum gece serin burada. Orman yeterince karanlık ve tek ışık etrafı aydınlatan, ateş böceklerinin yaydığı gürültünün arasında ki bıraktığı parlaklık.
        Zaman yalnız bıraktıkça bedenimi farkında oluyorum üzerimdeki eksikliklerin. Günlerdir evimden dışarı atmıyorum adımlarımı. Arada bir elim telefonuma uzanıyor, ne arayanım var ne soranım. Bir mesaj bile gönderim yok! Kimse yokluğumun farkında değil. Sadece ben varım yalnız. Düşünüyorum anlam veremiyorum. Nedenlerini arıyorum, gelmiyor muyum hiç kimsenin bir an olsun aklına. Nasılsın? diye bir soru sormaları değil istediğim, hiç yoktan kendileriyle ilgili bir yardım arayan biride mi yalnızlığımın içinde yer alamaz. Bu kadar zor mu bir insanı hatırlamak, yoksa sadece bana ait mi bu düşünceler, bu kader. Yalnızlıkla başım belada gibi görünüyor yazdıklarımla bedenim. Aslında öyle düşünmüyorum insan her zaman kendisi için yaşar ve kendi yalnızlığını yaratır biliyorum. Ben de elime telefonumu alıp bir şekilde birileriyle yalnızlığımın sebep olduğu anı değiştire bilirim, yine de bekliyorum. Benden arda kalan bir şeylerle yalnızlığımın benim dışımda bozulup, hayatımdan çıkmasını. Yazdıkça bu yaşantı mı yeni sorularla birikiyor kalemim. Belki de bu duyguyu arayan insanlar vardır diye düşünmeden kendimle gurur duyuyorum. Hiç yoktan yalnızlığın ne olduğunu, nasıl yaşandığını, nelere yol açtığı, nasıl giderileceği hakkında bir çok cevap buluyorum. Dediğim gibi bu duyguyu bilmeyenlerden biri değilim. Peki sıra şu soruya gelmedi mi? Yalnız kalmayı ben mi istiyorum yoksa zorunda mıyım? Ben kimim neyim neden birileriyle hayatımı ödüllendireyim. Neden onlarla zamanı çöpe atılmış gibi geçireyim. Yalnız ve kendimce kendimi mutlu eden duygularla yaşamak varken, neden birilerini davet edeyim düzenimin bozulması için. Fark etimde ne istediğim belli değil şöyle bir dönüp yazdıklarımı tekrar tekrar okuyunca içimde ki çıkmazı anladım.  

6 Ağustos 2013 Salı

Pazar Güncesi

     Telefonum çalıyordu... Uzun zamandır görüşmediğim arkadaşımdı arayan. Pek birilerini aramayı sevmeyen birinin beni aramasına şaşırmıştım o an. Telefonu açtım ve Ankara olduğunu, görüşmek istediğini söyledi. Haliyle kabul etmemem için bir sebebim yoktu. Bir saat sonra buluşmak için sözleştik ve dediğim yeri bilmediği için onu Kızılay'da ki yeni yapılan alışveriş merkezinin önünden alacağıma dair anlaşıp kapatmıştım telefonu. Ne kadar da görüşmesek de sıklıkla her görüştüğümüzde kaldığımız yerden hayatımıza devam ediyor ve keyifli uzun sohbetler yapabiliryorduk onunla. Birbirimize karşı anlaşılmaz bir bağ vardı aramızda, henüz bizim bile ne olduğunu bilmediğimiz. Bu yüzden çoğu zaman seni ne bir arkadaş ne sevgili ne dost olarak görebiliyorum dediğini çok duymuşumdur dilinden. Sonuç olarak birbirini anlayan iki insan Hakan ve Meltem'dik sadece birbirimiz için.
     Bunları düşünürken zamanın büyük bir kısmını Karanfil Sokak, Konur Sokak, Selanik Sokak derken geçirmiştim. buluşma saatimize kısa bir süre olduğundan bu kez ben onu aramak için telefonun tuşlarına yönelttim parmaklarımı. Kısa süre geçmeden yanıtlamıştı telefonumu beş dakikaya orada olacağını şaka ile karışık beklemem gerektiğini söylemişti Meltem telefonu kapatırken. Biraz daha hızlı adımlarla en son bulunduğum Selanik Sokak'tan çıkıp Yüksel Caddesi ve Kızılay metrosunun içinden geçerek alışveriş merkezinin önünde ki çıkıştan çıktım. Biraz zamanla hatası yapmış olacaktım ki gözlerim kalabalığın içinde ya onu ayırt edemiyordu ya da henüz benim kadar hızlı olamamıştı halen.
     'Hakan. Hakan.' diye sesleniyordu Sıhhıye yönünden Atatürk Bulvarı boyunca hızlı adımlarla çıkarken. Sesinin geldiği yöne doğru bende onun hızlı adımlarına karşı daha yavaş adımlarla karşılık vererek yaklaşmıştım. Her zaman olduğu gibi değişmeyen şey o an yine olmuştu. İki insanın kavuşması ve aralarında geçen o uzun sarılma sahnesi. Özlemiştim... Özlemişti. yanlış hatırlamıyorsam en son şubat gibi görüşmüştük ve üzerinden geçen beş ay olmasına karşın kurduğu ilk cümle 'biraz kilomu verdin sen' diye olmuştu. Gülümsedim o an. Hoşuma gitmişti bu iltifatı. Saçlarının bu renginin ona yakıştığını söylemek büyük bir incelik olmuştu onun iltifatı üzerine. Onu gülümsetip mutlu etmemi sağlamıştı, biraz olsun dalgın görünen haline, iyi gelmişti.
     Yol boyu yazın başında yaşadığı olaylardan bahsedip kazandığı üniversitesinden söz etmişti. Yolumuz çokta uzun değildi Yüksel Caddesi ile Konuk Sokağın köşesinde kalan Turhan Kitapevi'nin olduğu binanın ikinci katında ki Ardıç Kitap ve Kültür Evine gidecektik. Daha önce gelmediğini zaten onu aldığımda fark etmiştim. Benimde aslında ara sıra yalnız kalıp bir şeyler yazmak kalemime biraz olsun daha sıkı sarılmak için geldiğim ve nadir bir başkasını getirdiğim aslında toplum içinde gayet bilinen benimse saklanabileceğim bana gizli gelen sakin ahşap sandalyeleri ile duvarlarda bir çok kitabın olduğu Yüksel Caddesinin o devrimci havasını ahşap penceresinden sızdırıp burnuma getiren yerdi.
     Oturmak için her zaman yerim olmasa da bir yanında ki çiçekli pencerenin önünde ki masaya oturduk. Yoldan geldiğini ve aç olduğunu söyleyerek çay sohbet işini on on beş dakika erteleyeceğini belirtmişti. Tavuklu kaşarlı gözleme ve soğuk bir limonata bense demli bir çay rica etmiştim. Çok geçmeden siparişlerimiz gelmişti ve Meltem hızla yemeğini büyük bir iştahla yeyip bir yandan da benim ağzımın içine de zorla gözlemesinden parçalar kopartarak sokuşturuyordu. Daha önce yememiştim ama tadı gerçekten güzeldi, Meltem çok fazla beğenmediğini söylese de. Farklı bir lezzet peynir ve tavuk.
    Levent'le neden kavga edip dostluğumuzun bittiğini sordu o an. Ağzında ki lokmayı yutarken. Sanki çok acelesi varmış gibi konunun. Yemeği bitmeden konuyu açtığına göre ya çok merak ediyor olmalıydı ya da yavaş yavaş açlığını gidermişti artık. Kavga etmediğimizi sadece ona insanlara çok çabuk güvendiği için gerçekleri göstermek için yıllanmış dostluğumuzu göze aldığımı söyledim. Yani o an 'Ateşi yakmayı göze alıyorsan eğer yanmayı da bileceksin' dedim. Sustu... Uzun bir sessizlik içinde gözlemesini yemeğe devam etmişti.
     Sessizliği yemeğinin bitmesi ve demli çayların söylenmesi bozmuştu. Sigara uzandım o an tam çıkartırken gözleri Meltem'in paketime takılmıştı. 'Sigarayı bıraktığını sanıyordum' dedim. Hiç bir şey söylemeden yavaşça çantasına uzandı ve her zaman ki gibi Marlboro Light sigarası ve pembe zipposunu paketten bir sigara alıp yaktıktan sonra masaya bıraktı. Gözlerine baktım ve aynı cümlemi yeniden tekrar ettim. Sessizlik o an 'ara sıra içiyorum' diye konuşmasıyla eski sohbetine yeniden dönmüştü. Sonunda Levent ile ilgili konuşmayacağımı anlamış olsa gerekti. Yeni bir erkek arkadaşı olduğu hayatında uzun zaman sonra yeniden mutluluğu ve birine değer verip sevdiğini anlatmaya başladı. Konu konuyu açıyor eski günler, hatıralar, biraz araya koyulan laf çabaları, siyaset, edebiyat, güncel olaylar derken uzayıp gitmişti. Sigara izmaritleri değişen küllükler sayesinde artmıyor, sanki hiç içilmemiş havası sunarken, biten paketler yenileriyle değişiyordu. Vakit epey olmuş ayrılma vakti gelmişti havanın iyice kararmasıyla. Sokağa daha iyi bakmak için başımı pencereye doğru çevirmiştim. Günlerden pazardı ve hayat olduğu gibi akıyordu...
   

Kafkaesque

Dün gece masumiyeti gerçeklikten silinmiş. Flu, ağır aksak rutin fizik kurallarını reddediyordu bünyem. “ İyi değilim ” diyordum sürekli, ...